Çocukluk ve Tarih (Abdurrahman AYDIN)


Türkiyeli okurlar olarak Giorgio Agamben’i daha çok siyaset üzerine düşünceleriyle tanıyoruz, özellikle de Kutsal İnsan ve İstisna Hali’yle. Bu iki metinde Agamben, bir yandan Foucault’nun bio-siyaset kuramının tıkanıklıklarıyla boğuşup yeni kanallar açma arayışına girmişken, öbür yandan da Schmitt tarzı klasik siyaset düşüncesinin karşısına Benjamin’ci bir tarzı çıkararak siyasal alanın sınırları sorununa eğilir. Fakat Agamben’in çalışmaları, kıta Avrupa’sı felsefesinden şiire, Yahudi soykırımına ilişkin literatürden Kitab-ı Mukaddes’in metinsel eleştirilerine, sinema çalışmalarından ortaçağ yazınına, hukuk felsefesinden –hem antik hem de modern haliyle- dil felsefesine, İtalya ve dünya siyaseti üzerine yorumlardan dostluk teorilerine, sanat ve estetikten felsefe tarihine ve fragman biçimini kullanan spekülatif eleştirel yazına kadar, son derece geniş bir alana yayılmaktadır. Bütün bu çalışmalar ise dile yönelik bir ilgiden kaynaklanan birleşik bir gövde oluşturur.
Agamben’in siyaset teorisinde, iktidarın dilin içinde deveran etme biçimlerine ilişkin bir serimleme boyutu söz konusudur. Agamben, iktidarı, dilin içinde dolaşımda olan bir şey olarak kavramsallaştırır; fakat bu durum, insanın, dilin manipülasyonuna ve denetimine karşı dili nasıl kullanabileceği sorusunu ortaya çıkarır. Agamben’de bu, iktidar dillerini kesintiye uğratmak ve dilin “salınan yeri”ni açığa çıkarmak düşüncesine bağlıdır; ya da Saint Paul üzerine seminerde kullandığı ifadelerle bir Ebedi Yahudilik düşüncesine: “Dili söz konusu oldukça, Yahudi, her zaman yabancı topraklarda olduğu hissiyatı içindedir. ... Bir dilin bizzat o dili konuşan insanlara başkaldırmasının dinsel gücü..."

Agamben’in dil üzerine düşünümlerinin onun siyasal teorisinde ne kadar işlerlikte olduğunun açık göstergesi Çocukluk ve Tarih adlı eserinde sorduğu şu sorudur: “İnsan sesinde hayvan sesinden logos’a, doğadan polis’e geçişi sağlayan şey nedir?” Ya da çıplak ve biçimsiz sesin eklemli bir dil olarak belirmesini sağlayan şey ile çıplak yaşamın geride bırakılarak siyasallaşmanın ortaya çıkmasını sağlayan şey arasındaki ilişki nedir? Agamben’e göre etiğin kendi özgül alanını açan şey, phone ile logos arasındaki farktır. “Ses ile logos arasındaki uzam boş bir uzamdır, Kantçı anlamda bir sınırdır. Ancak insan bir ses tarafından dile götürülmeksizin kendini dile fırlatılmış bulduğu ve ancak experimentum linguae onu gramersiz bir halde o boşluğa, o aphonia’ya [ses-sizlik] cezp ettiği içindir ki herhangi bir tür ethos ve topluluk da mümkün hale gelmektedir.” İşte Çocukluk ve Tarih tam de böylesi bir dilsel deneyim bağlamı içinde Walter Benjamin’in mirasını devralır. Günümüzde insanların deneyimi reddedişlerinde bir bilgelik kırıntısının saklı olabileceği yönünde bir iyimserlikle, Agamben, bu tohumun olgunlaşabileceği mantıksal yeri hazırlama görevini üstlenir.
Bu bir haritalama işidir ve Agamben, günümüzde gündelik yaşamın deneyime tercüme edilemezliğinin bir envanterini, modern bilimin, deneyimi dışlayarak gasp etme tarzının izlerini sürerek çıkartır. Bacon’dan itibaren modern bilimin kesinlik arayışının sonuçlarından biri, kesinlik ile bağdaşması mümkün olmayan deneyimin hesaplanabilir ve kesin hale getirilebilir olduğu anda deneyim olmak bakımından otoritesini yitirmesidir. Modern düşünce, bunu, bilgi ile deneyimi Kartezyen ego cogito’nun soyut öznesinde bir araya getirerek gerçekleştirmiştir. Deneyim bilginin öznesine dönüşünce de maruz kalınarak yaşanabilecek ama asla sahip olunamayacak bir şey halini alır. Bu da Agamben’in deneyimlenemez deneyimler dediği şeyin, hakkında konuşulabilir bir şey olarak belirmesini sağlar. “Bizim” olmayan bu deneyimler, deneyimimizin ölüme doğru uzanırken dayandığı en uç sınırını oluştururlar.

Lacancı psikanaliz, öznelliği, bilinçdışı ve dille hayati bir bağıntı içerisine sokuyor ve Lacan, “Bilinçdışı ötekinin söylemidir” diyordu. Agamben, psikanalizin bu saptamasını, modern deneyim kavramının krizinin en açık seçik ortaya konuluşu olarak görür. En önemli deneyimlerin özneye değil de bir üçüncü kişiye, “o”na ait olmaları, deneyim sınırını ters yüz eder. Bu sınır artık ölüme doğru yönelişle değil, çocukluğa doğru bir gerileyişle bir sınır olmaktadır. Fakat psikanaliz dilden çıkarılmış olanı yakalamaya çalışırken, Agamben dil olan ile dil olmayan arasında, önce dilsel deneyim alanının ve ardından da insani deneyim alanının açılışı üzerine, hep yaptığı üzerine “bir sınır” üzerine eğilir. Saf dil ile insan dili, göstergesel ile anlamsal arasındaki sınırda, bu belirsizlik alanında çocukluk durmaktadır.

Çocukluğun bir sınır olarak devreye sokulduğu yerde Levis Strauss’a bir selam verilir. Elbette tesadüf değildir bu selam; çünkü Strauss’un antropoloji çalışmaları Ferdinand Saussure’ün ve özellikle de -Saussure’ün düşüncesinin üzerine koyduklarıyla- Roman Jakobson’un dil ve ses çalışmalarını model almıştır. “Düşünmek modern insanın kendi benliği karşısında coşmak için seçtiği yollardan biri halini almıştır” demiş olan Strauss, öznenin dışına atlayarak “doğanın saf dili”nin bir yarılma ve dolayım içermeyen konumuna yerleşmiştir. Saf dil ile insan dili arasındaki geçişi sağlayan şey mit adlı makine’dir. Agamben, Strauss’un bu makinesinin söylemden dile geçişte oldukça aydınlatıcı olduğunu, fakat dilden söyleme geçişte çok da yararlı olmadığını düşünür. İşte çocukluk, bu bağlamda, tam aksi yönde işleyen bir makinedir.

Kitapta “Çocukluk ve Tarih” başlıklı yazıya ek olarak beş bölüm daha bulunuyor. “Eğlenceler Ülkesi” başlıklı yazı, oyun ile ritüel arasındaki benzerlikleri ve farklılıkları ele alıyor. Mit ile çocukluk arasındaki konumun bir benzeri, bu sefer ritüel ile oyun arasında kuruluyor: Artsüremi eşsüreme dönüştüren bir makine olarak ritüele karşılık eşsüremi artsüreme dönüştüren bir makine olarak oyun. Sürekliliğin bir eleştirisinin sunulduğu “Zaman ve Tarih”te kültürümüzün zaman temsilinin gerçek ve tam bir tarihsellik deneyimine sahip olmasının olanaksızlığıyla yüzleşiyoruz. Bu temsili iptal etmek mümkün müdür? Zaten Agamben, bu kitaptaki niyetinin bu imkan için gerekli mantıksal uzamı tesis etmek olduğunu belirtmektedir. “Prens ve Kurbağa” Adorno’nun bir eleştirisi ile Benjamin’in buna yanıtından oluşan iki mektubu ele alarak, Adorno’yu prensi kurbağaya dönüştüren diyalektik tarihselciliğin sözcüsü ve Benjamin’i de kurbağayı öperek diyalektik büyüyü bozan genç kız olarak tarihsel materyalizmin sözcüsü ilan eder. “Masal ve Tarih” başlıklı kısacık bölümün ardından gelen “Bir Gözden Geçirme Projesi” kendisini bir olay olarak ortaya koyan bir felsefenin izlerini taşır: Sürekliliğe inat bir kesinti olarak düşünme!

Betül Parlak’ın tam bir çalışkanlık ve titizlik işi olan mükemmel çevirisi sayesinde, Agamben’in edebi tadına da varma olanağı buluyoruz. Bir yap-tak işini, başka bir evrendeki başka bir malzemeyle yeniden yapmak…

Giorgio Agamben, Çocukluk ve Tarih – Deneyimin Yıkımı Üzerine Bir Deneme, Çeviren Betül Parlak, Kanat Yayınları, İstanbul, 2010.

Sermaye Muamması Çözülüyor mu? (Ebubekir AYKUT)


Kapitalizmin krizde olduğuna dair teorik saptamalar, verilere dayalı analizler ve siyasal propagandalar yıllardır dillendirilmekte. Özellikle Marksistler krizlerin ikili doğasına sıklıkla vurgu yapmaktalar; kapitalizmin kendini yeniden rasyonelleştirmesi veya kapitalizme alternatiflerin doğabilmesi için fırsat anları. Her ne kadar kapitalizmin tarihi birçok krizi içeriyor olsa da çoğunlukla krizlerin sermaye tarafından fırsata dönüştürüldüğünü görürüz. Çünkü krizler aynı zamanda kapitalist sistemin yeniden üretimi için bir imkân yaratır. Aynı şekilde 2008 krizi dünyanın her köşesinde aynı etkiyi yaratmış olmasa bile incelemelere konu olmuş ve olmaya devam etmektedir.

David Harvey’in 2010 yılında kaleme aldığı, 2012 yılında Sel Yayınları’ndan Sungur Savran çevirisi ile yayınlanan Sermaye Muamması: Kapitalizmin Krizleri eseri 2008 krizi ekseninde kapitalizmin krizlerinin tarihini incelemekte. Kapitalizmin krizlerinin tarihini ele alan bir kitap ama 2008 krizini kavrayabilmek için. Harvey’e göre, günümüzde krizin neden olduğu sarsıntıları ve yıkımı, yaşadığımız koşulları kavrayabilmenin yolu kapitalizmin kriz yaratan içkin doğasını yani sermayenin akışını ve eğilimlerini anlamaktan geçer. “Sermaye, kapitalist olarak adlandırdığımız bütün toplumların siyasi gövdesine hayat veren kandır; bazen sızıntı halinde, bazen bir sel misali, yeryüzünün insan tarafından yerleşilmiş en ücra köşesine yayılır… Bu akışı kesintiye uğratmaya, yavaşlatmaya veya daha da kötüsü geçici olarak durdurmaya hele bir kalkışın; sonucunda günlük yaşamın alıştığımız tarzda devam edemeyeceği bir krizi ile karşı karşılaşırız kapitalizmin.” Özellikle kriz dönemlerinde kapitalizmin sürdürülemez bir sistem olduğu herkesin görebileceği şekilde ortaya çıkar. Sermayenin iktidarı yeniden üretilebilir ama bu toplumun pek çok şeyden feragat etmesi pahasına gerçekleşir.

Sermaye, krizlerini çözmekten ziyade, ya bir başka mekâna taşıyarak (meta ilişkilerine dâhil olmayan mekânları ve ilişkileri doğrudan metalaştırarak veya bazı alanları ve ilişkileri yeniden metalaştırarak), ya da bir sorundan başka bir soruna taşıyarak (sanayi sermayesinden finans sermayesine ya da bir sektörden diğer sektörlere yönelerek) erteler. Harvey’in analizlerini zenginleştiren kapitalizmin mekânla olan ilişkileri üzerindeki ısrarıdır. “Sermaye birikim süreçleri açıktır ki coğrafi ortamların dışında var olamaz.”  Lakin sermaye bir paradoksla karşı karşıyadır: Bir yandan birikim önündeki tüm coğrafi sınırlar aşılmalıdır, diğer yandan ise realizasyonu yani üretim için paranın, üretim araçlarının ve emek-gücünün coğrafi olarak yoğunlaşması için belli bir coğrafyaya bağımlıdır. Söz konusu paradoksu aşmak için sermaye yaratıcı bir doğaya sahiptir ve gittikçe farklılıklaşan ve eşitsizlikle damgalanmış kendi coğrafyalarını üretir. Böylelikle krizlerini bir coğrafyadan diğerine taşıyarak erteler. 1973 krizi sonrası sermayenin Doğu ve Güneydoğu Asya’da yoğunlaşması sürecinde olduğu gibi.

Sermaye sadece farklı coğrafi mekânlara da taşınmaz, kendi mekânını yaratarak yahut varolan mekânları dönüştürerek krizlerini erteler. Bu bağlamda sermaye fazlasının emilmesi ve üretimin, tüketimin ve emek-gücünün örgütlenmesi için kentler inşa edilir. “Genel olarak mekânın, özel olarak da kentleşmenin üretimi, kapitalizm koşullarında büyük bir endüstri haline gelmiştir.”  Günümüzde kentleşme ya da kentsel dönüşüm projeleri küresel bir olgu haline gelmiştir. Bu duruma dikkat çeken Harvey, özellikle Çin’in Afrika, Arabistan Yarımadası ve Ortadoğu bölgelerindeki kentleşme projelerini finanse eden merkezi unsur haline geldiğini belirtmektedir. Kentleşme ve küresel dönüşüm projeleri genellikle sabit sermaye yatırımlarını içermekte, uzun vadede sermaye için kar olanaklarını sınırlandırmakta ve coğrafi sınırları aşmak isteyen sermayenin önünde engel oluşturmaktadır.

Sermayenin kendi krizine ürettiği çözümlerden ikincisi ise sermayenin biçim değiştirmesi ve sorunu farklı sektörlere nakletmesidir. Kapitalist sınıf, eğer belli bir sektörde yeterli karı elde edeceğini öngöremezse ya yatırım yapmaz, ya da sermayesini daha karlı olduğunu düşündüğü sektörlere yöneltir. Sermaye herhangi bir sektörde üretim sürecini başlatmazsa finans sermayesi biçimini alır veya daha karlı bir sektöre yönelerek sanayi sermayesi haline gelir. Günümüzde genel olarak sermaye, finansal sermayenin hegemonyası altındadır. Bu üretimin gerçekleşmediği veyahut sanayi sermayesinin önemsiz olduğu anlamına gelmez. Ancak kararlar ağırlıklı olarak finans sermayesi tarafından belirlenmektedir. Ama finans sermayesi diğer sermaye biçimlerine oranla daha fazla çelişkili ve krize meyillidir.

Sermaye Muamması’ndaki görüşleri takip ettiğimizde 2008 krizinin finans sermayesinin 1970 sonrasında giderek hâkim hale gelmesi sonucunda oluştuğu sonucuna ulaşırız. Kapitalizm ortalama yüzde üç oranında büyüme ile ancak yaşayabilir. Sermaye birikimi içkin olarak karın daha da fazlalaştırılmasına dayanır. Büyüme durduğunda sermaye krize girer ve “ölür”. Finansal sermayenin spekülatif ve üretime dayanmayan doğası ve kentleşmenin yarattığı sorunlar ve bir çok diğer faktörün bileşimi nedeniyle 2008 krizi meydana gelmiştir.
Krizi belirli temalar ve gelişmeler eşliğinde inceleyen Harvey son olarak “ne yapmalı?”, “ve de yapacak olan kim?” sorusunu sormakta ve cevap aramaktadır. Öncelikle Harvey “güleryüzlü kapitalizmin” mümkün olmadığı sonucuna varmaktadır: “Öğrenmesi gereken ilk ders de, etik, sömürücü olmayan, herkesin yararını gözeten toplumsal bakımdan adil bir kapitalizmin olanaksız olduğudur. Bu sermayenin yapmak istediği şeyin doğasına aykırıdır.”. Bu tespitine dayanarak “yapacak olanlar” için Harvey “hoşnutsuzların, yabancılaşmışların, yoksunların ve mülksüzlerin geniş ittifakı temelinde anti-kapitalist bir hareket” öneriyor. Harvey kitapta herkesin gündüz bile fenerle yanıt aradığı “ne yapmalı” sorusunu ise özetle şöyle cevaplandırıyor: “Kapitalizm asla kendiliğinde göçmeyecektir. İtilmesi gerekiyor. Sermaye birikimi asla durmayacaktır. Durdurulması gerekiyor. Kapitalist sınıf iktidarını asla gönüllü biçimde teslim etmeyecektir. Mülksüzleştirilmesi gerekiyor.” Harvey, bu muammayı çözmek için bir izlek sunuyor.

David Harvey (2012), Sermaye Muamması Kapitalizmin Krizleri, (çev. Sungur Savran), İstanbul: Sel Yayıncılık.