Muktedir Kadınlar Baladı (Mutlu ARSLAN)

Sanırım yol romanları en çok kadınlara yakışıyor… Yerleşik hayatın düzeni içerisinde asabiyyetini yitirerek erkeklere teslim olmuş kadınlar, yola koyuldukları andan itibaren, göçerliğin kendine has dürtüleriyle, tekinsiz bir maceranın kahramanı haline dönüşebiliyor.

Yersiz yurtsuzluğun kadınlar üzerindeki bu “yaratıcı” etkisi romanlara has bir olgu olmasa gerek. İlk romanı Muz Sesleri’ni yazmak için dokuz ay Beyrut’ta kalan Ece Temelkuran, bir yılı aşkın süren Tunus yolculuğundan da Düğümlere Üfleyen Kadınlar romanıyla döndü.

Muz Sesleri nasıl ki Beyrut’ta başlayıp Oxford ve Paris’e taşıyorsa, Düğümlere Üfleyen Kadınlar da Tunus’ta başlayıp tüm Ortadoğu’yu kat eden bir yolculuk hikâyesini anlatıyor: İşinden kovulmuş Türkiyeli bir gazetecinin Tunuslu dansçı Amira, Mısırlı akademisyen Maryam ve her defasında birbirinden farklı hayatlara bürünen Madam Lilla ile çıktığı sınır aşırı bir yolculuğun hikâyesini…

KADIN KORKUSU

Temelkuran’ın romanı hakkında yazmaya başlamanın en doğru yeri ismi: Düğümlere Üfleyen Kadınlar. Bu şiirsel tamlama, büyük çoğunluğumuzun çocukluktan itibaren bir biçimde ezberlediği fakat anlamlarını hiç bilmediği surelerden biri olan Felak Suresi’nin 4. Ayetinde geçiyor. “İki koruyucu”(muavvizeteyn) olarak adlandırılan Felak ve Nas Sureleri, Kuran’ın sonunda yer alıyor ve insanların ya da cinlerin tüm kötülüklerinden Allah’a sığınılmasını emrediyor. Felak Suresi’nde sayılan kötülüklerin kaynaklarından birisi de işte bu düğümlere üfleyen kadınlar…

Romanın en baskın karakteri olan Madam Lilla, “düğümlere üfleyen kadınların şerrinden sakının” ayetini, kadınların -iyi ya da kötü- yapabileceklerine ilişkin tanrısal bir delil olarak kabul ediyor. Nefes, kadınların gücünün kaynağı olarak roman boyunca sürekli tekrarlanıyor. Nefesin yaşamın temel kaynağı olduğuna dair inanç hem paganik hem de semavi dinlerde sıklıkla karşılaşılan bir olgu. Tanrının, insanı kendi ruhundan üfleyerek yarattığına ilişkin betimleme tüm kutsal kitapların ortak noktalarından biri ve nefes, nefs, ruh, soluk, üflemek kelimeleri de pek çok dilde eş kökenli.

Yaşadığı engin hayat deneyimleri boyunca kadınların nefeslerindeki bu tanrısal/yaratıcı gücün farkına varan Madam Lilla, tesadüfen karşılaşıp hızla kaynaştığı üç kadının da bu sırra ermesi için gayret gösteriyor. Kadınlara has bu güç, kendileri farkında olsun ya da olmasın, romanda karşımıza çıkan gencinden yaşlısına neredeyse tüm kadınlarda bir biçimiyle hissediliyor.

Hikâyelerin ortak noktaları değerlendirildiğinde boylu boyunca bir aşk güzellemesi ve intikam serüveni gibi duran roman boyunca kaçınılmaz olarak çok sayıda erkek ismi geçse de, romanda gerçek anlamda bir erkek karakter olduğunu söylemek mümkün değil. Romandaki erkekler, kadınlar onları ne kadar tanıtıyorsa o kadar tanınıyor. Kadınların onlara verdikleri değer kadar değerli, kadınların onları sevdiği kadar sevilesi birer figür(an) olarak görünüp kayboluyorlar. Romandaki hiçbir erkek karakterin sonu bilinmiyor dahası okuyucu bu konuyu çok da merak etmiyor.

Temelkuran, erkeklerin suretlerini belirsizleştirmekle yetinmiyor, mağribin hafızasına kazınmış Kartaca’nın kurucusu Dido (Ellisa) ve Müslüman yayılmacılığına karşı direnen El Kahina’nın erkekler tarafından yazılan tarihlerini kadınların ağzından yeniden yorumluyor. Maryam ve Madam Lilla’nın ağzından dinlediğimiz bu yeniden yorum, romanı hem zamansal hem de ideolojik olarak çok katmanlı hale getiriyor. Bu katmanları eşeledikçe, yaşadığımız dünyanın erkeklerin dünyası haline gelmeden önce, yani toplumsal bölünmenin, özel mülkiyetin ve sömürünün olmadığı, antropologların “anahanlık” olarak adlandırdığı eşitlikçi toplumların izlerine rastlıyoruz. Ne var ki roman bu yönde fazla mesafe kaydetmemize fırsat vermeksizin daha “cazibeli” konulara yönelerek, kadınların gasp edilen asli kurucu güçlerine değil, kurulu düzen içindeki tali gizil güçlerine odaklanıyor.

İÇE SİNMEYEN DEVRİM

Devrim, en kısa ifadesiyle, kitlelerin toplumu var eden kurucu güçlerini yeniden ele geçirmeye yönelik kolektif eylemidir. Sanılanın aksine devrimin başarısı “devirme” değil, “kurma” gücüyle ölçülebilir. Toplumsal yaşamın tüm unsurlarını eşitlikçi, özgürlükçü ve demokratik değerler ışığında yeniden üretilmesini sağlamayan devrimci süreçlerin gerçek bir başarı yakaladığını söylemek mümkün değildir.

Bu noktadan baktığımızda, başlangıçta tüm dünyada büyük bir merak ve heyecan uyandıran ve belki de Ece Temelkuran’ı o topraklara sürükleyen Arap Baharı’nı da başarılamamış bir devrim olarak nitelendirmek çok da yanlış sayılmaz. Arap Baharı, hem konu akışı, hem de coğrafi olarak Düğümlere Üfleyen Kadınlar romanının temel izleklerinden birisi. Anlatıcı dışında, romanda yer alan tüm karakterler, bir biçimde sürecin aktif öznesi olmuş kişiler. Her birisi bu devrimci sürecin etkisini hayatlarında derinden hissetmişler. Fakat gelinen noktada ortaya çıkan devrimin ana karakterlerden hiçbirisinin içine tam olarak sindiğini söylemek mümkün değil.

“Dünyayı büyük sözlerin değil küçük insanların değiştireceğine dair bir işaret” olarak nitelediği Venezuela’daki Bolivarcı Devrimi “Biz Burada Devrim Yapıyoruz Sinyorita” kitabında büyük bir heves ve iştahla aktaran Temelkuran’ın, Arap Baharı konusunda aynı coşkuyu yaşamadığını kesin… Bir yandan orada devrimi yapan ve yaşayan insanların mücadelesine olan saygısı öte yandan mevcut durumun hiç de iç açıcı olmaması yazarı adeta iki arada bir derede bırakmış görünüyor.

Romanın başlangıç kısımlarında yer alan Tunus tasvirlerinde, devrime rağmen Hükümet Konağı’nı çevreleyen dikenli tellerin kaldırılmamış olası, o dikenli tellerin anne ve çocuğuna yaşattığı zorluk, kadınların erkek kahvesinden kovulmaya çalışılması ve tabi ki Amira’nın hala özgürce dans edememesi Tunus’ta yaşanan hayal kırıklığının romana yansıyan izleri. Mısır ve Libya söz konusu olduğunda eleştiriler çok daha ileri giderek, Mısır’da devrimin askerlere teslim edilmesi, Libya’da ise emperyalistlerle işbirliği içinde “taşeron” bir devrim yapılması gibi radikal noktalara kadar varıyor.

Ama zaten insanların kaçmak zorunda kalmadıkları bir devrim olsaydı, bu roman da olmazdı.

SAKLI NEFES

Ece Temelkuran’ın ilk romanı olan Muz Sesleri hakkındaki en yaygın eleştiri, abartılı betimlemeler ve aforizmalarla bezeli olmasıydı. Muz Sesleri’ndeki kadar yoğun olamasa da benzer bir anlatım dilinin Düğümlere Üfleyen Kadınlar’da da kullanıldığını görüyoruz. Fakat bu sefer, hikâye örgüsünün de güçlü olmasının avantajıyla, bu süslemeler daha az göze çarpıyor. İçerdiği duygu ve anlam yoğunluğu nedeniyle şiir ve öykü gibi edebi türlerde esere çok boyutlu bir derinlik kazandıran bu süslü dil, romanlarda kullanıldığında okuyucu için yorucu bir fazlalık haline dönüşebiliyor. Roman okuyucusu, yazarın hünerlerini, konsantre hale getirilmiş sözcük ve cümlelerle değil, bir bütün olarak roman kurgusu ile ortaya koymasını bekliyor. İyi bir romanın kalpten önce, aklı fethetmesi gerekiyor.

Romanın bana göre en zayıf yanı, Ece Temelkuran’ın gerçek kimliğiyle kitaba dâhil olması. Roman içinde adı hiç geçmese de gerek son birkaç yıldır hepimizin bir biçimde tanık olduğu gelişmeler, gerekse romanın sonunda kitabın yazımının romanla bütünleşmesi adı geçmeyen anlatıcının Ece Temelkuran olduğunu gösteriyor. Romanın matematiğini kurmak ve çatısını oturtmak açısından işlevsel gibi duran bu tercih, yapıyı ayakta tutan sütunlardan birinin cılız kalmasına yol açmış.

Yazar, roman boyunca kendisi hakkında konuşmaktan, düşünmekten ve nihayetinde yazmaktan kaçındıkça, karakteri de bulanıklaşmış. Diğer ana karakterlerin tüm yaşantıları ve düşünceleri didik didik edilirken, konu anlatıcıya her geldiğinde üzerinden atlanması, okurun en kolay özdeşleşebileceği kişiyle mesafesini bir hayli açıyor. Romanda anlatıcının ne elle tutulur bir hikâyesi, ne anlatabileceği bir film sekansı ne de bir “aşkı” var. Bir roman karakteri olarak Ece Temelkuran silikleştikçe, gerçek yaşamdaki Ece Temelkuran okurun zihninde daha fazla öne çıkıyor. Hal böyle olunca okur kendisini roman karakteriyle empati kurmaya çalışmak yerine, yazarıyla rekabet ederken buluyor. İnsan ister istemez içinden “keşke Temelkuran, en güçlü silahı içtenliği olan bu romanda kendini saklamak yerine, apaçık ortaya dökebileceği bir kurgu karakter yaratmayı tercih etseymiş” diye geçiriyor.

YOLA ÇIKMALI

Her yol romanı bir kaçış romanı olduğu kadar bir arayış romanıdır da. Yol, insanın kendisine yabancı olanla yüzleştiği, yüklerinden ve yüklemlerinden arınarak kendi bilincine vardığı bir katharsis sürecidir. Ve her yol romanının son durağı, insanın kendisidir. Madam Lilla yolculuğun hemen başında “sizi kendinize götürüyorum hanımlar” dediğinde sonuna kadar haklıdır. Nitekim bir gönül kırgınlığının ve intikam hırsının peşine düşen dört kadının çıktığı macera dolu yolculuk, her birinin kendisiyle yüzleşmesiyle sona ermiştir.

Düğümlere Üfleyen Kadınlar, kendi gücünün farkında olmayan kadınları, yola çıkmaya, yoldan çıkmaya çağırıyor. Bahçesiz evlerin munis hanımlarını, nefeslerinde taşıdıkları yaratıcı yıkımlarıyla göz göze getirerek, kendi romanlarının kahramanları olmaya zorluyor. “Bedenim bana aittir, kimsenin şerefinin kaynağı değil” diyen Tunuslu Amina’nın öfkesini, hemşerisi Amira’nın dansıyla buluşturarak…

DÜĞÜMLERE ÜFLEYEN KADINLAR, Ece TEMELKURAN, Everest Yayınları, 2013

Eleştirel Realizmin Manifestosu (Güney ÇEĞİN-Hüseyin ETİL)


“Ne var ki, dış görünüş ile şeylerin özü, eğer birebir çakışsaydı, her türlü bilim gereksiz olurdu”. Karl Marx

1950’lerle birlikte sosyal bilimler felsefesi alanında iki kuramsal yaklaşımın can çekişine tanık olduk: eleştirel akılcılık ve mantıkçı pozitivizm. Bu vaziyete hâl çaresi ise iki farklı güzergâhtan geldi: Kuhn’un rölativist içerimlere sahip ama kısmen sinik olan yaklaşımı [Bilimsel yöntemin başarılı biçimde yürütülmesi, imkânsızın peşinde koşmaktır!] ve buna muhalif olarak tesis edilen eleştirel realizmin cüretkâr meydan okuması [Her şeye rağmen sosyal bilimler ile doğa bilimlerine uygulanabilecek tek bir araştırma prosedürü inşa edilebilir!]. Roy Bhaskar’ın Natüralizmin Olanaklılığı ise bugün söz konusu ikinci hattın temel köşe taşlarından sayılmaktadır. Dahası, Bhaskarcı bilim felsefesi, post-pozitivist evrede ortaya çıkan iki temel eğilimden (öznelciliği radikalleştirenler ve nesnelciliği radikalleştirenler) nesnelciliğe vurgu yaparak kopan ikinci kampa girmektedir.

Eleştirel realizm akımına bizzat kendisi de vakıf olan sosyologlarımızdan Vefa Saygın Öğütle tarafından dilimize kazandırılan Bhaskar’ın titiz bir şekilde inşa ettiği ontoloji projesini ve neolojist bir stratejiyle yarattığı kavramsal repertuarı (geçişli nesne, geçişsiz nesne, epistemik hata, ontik hata, doğurgan mekanizmalar, nedensel güçler, eğilimler, epistemik rölativizm, belirivermiş varlıklar vb.) tanıtım kapsamında aktarmak mümkün gözükmemektedir. Zira bu kuramsal yörüngenin içindeki tartışmaları kapsamak deveye hendek atlatmak kadar zor. Dahası realistlerin terminolojik terkibinin oldukça sofistike olması okuyana ciddi bir emek harcaması gerektiğini daha baştan hissettiriyor. Ancak tüm bu zorluklara rağmen Frederic Vandenberghe’nin sözleriyle pozitivizmin (aynı zamanda öznelciliğin) tabutuna son çiviyi çakan bu yaklaşımla cebelleşmek her sosyal bilimcinin ciddiye alması gereken işlerden biri olmalı!

Sosyal bilim pratiğinin içine düştüğü bir takım açmazlar (yapı-fail, birey-toplum, makro-mikro vb.) sosyal bilim felsefesinin ön plana çıkmasına neden olmuş ve sosyal bilim, bilimsel bir etkinlikten ziyade felsefi bir etkinliğe bürünmüştür. Bugünde içinde bulunulan süreçte sosyal bilimlerin ontolojikleşmesinden (ontological turn) söz etmek mümkündür. Bhaskar’ın A Realist Theory of Science (1975) çalışmasında temellerini attığı ve Natüralizmin Olanaklılığı (1979) kitabında ise ontoloji programını sosyal bilimlere doğru genişlettiği eleştirel realist akımın temel hedefi, sosyal bilimlerin “bilimsel” olanaklılığını “felsefi” açıdan temellendirmektir. Eleştirel realizmin transandantel sorusu şudur: Dünya nasıl bir gerçekliktir ki bilim mümkün olabilmektedir? Bhaskar’ın cevabı, dünyanın yapısının bilimi olanaklı kıldığı şeklindedir. Bilimlerin transandantel zorunlu koşullarını araştırmak bilimsel bilgiyi nasıl elde ettiğimiz üzerine yürütülen epistemolojik sorulara, yani nasıl bildiğimiz sorusu varlıkların ne olduğuna ilişkin soruya indirgenemez. Bilimin mümkün olup olmadığı sorusu epistemolojik değil, ontolojik bir sorudur. Ayrıca, Bhaskar açısından “varlık nedir” sorusu, tüm bilim pratiklerine zorunlu olarak içkindir, çünkü ontoloji epistemolojinin koşuludur. Bu bakımdan her teorik pozisyon belli bir ontolojik varsayıma, fiziğe ilişkin her bakış metafizik bir temele farkında olunsun ya da olunmasın örtük olarak dayanmaktadır. Bhaskar’ın kendi projesi açısından bu sav, sosyal bilim felsefesi yapmanın da meşru zeminine işaret eder.

“Tabakalaşmış Gerçeklik” Fikri

Sosyal bilimler alanında felsefi düzeyde temellendirilmiş bir ontoloji programı olan eleştirel realizmin temel ontolojik argümanı gerçekliğin tabakalaşmış olduğu fikridir. Bhaskar üç temel gerçeklik düzeyi tanımlar; sosyal bilimler alanı içinden söylersek, nesnenin karakterinin öznel (“birey”, “özne”) bir nitelik sergilediği empirik düzey (deneyimler), empirik düzey ile real düzey arasında bir dolayım düzeyi olarak aktüel düzey (olaylar) ve son olarak real düzey (nedensel/doğurgan mekanizmalar, toplumsal yapılar). Nedensel mekanizmalar öznenin yittiği bir gerçeklik düzlemidir ve natüralist bir sosyal bilimin imkânı da burada yatmaktadır; hem doğa bilimleri hem de sosyal bilimlerin analiz nesnesi nedensel/doğurgan mekanizmalardır. İnsandan bağımsız nesnel bir koşul vardır ve öznelci olmayan bir natüralizmin ontolojik koşulu yapılar ve doğurgan mekanizmalardır. Zorunluluk real mekanizmaların bir niteliği iken olay ve deneyimler (duyu düzlemi) olumsal bir karakter sergilemektedir. Benzer biçimde bilimin kendisi de zorunlu değil, olumsaldır. “Yapılar”, “eğilimler”, “doğurgan mekanizmalar” doğrudan deneyimlenemez ve görülemezdir (anti-empirisist ontoloji) ancak bilinebilirler (sosyal bilim “olanaklı”dır). Epistemolojik düzeyde bilgi toplumsal bir inşadır (epistemolojinin birey-özneye indirgendiği Kantçı formülasyonun ve bilgiyi özne-nesne arasına sıkıştıran empirizmin eleştirisi) ve nesne, insan zihninden bağımsız bir biçimde vardır. Gerçeklik “tabakalanmış” (tek-düzey ontolojilerin reddi) olmasının yanısıra “farklılaşmıştır” (dünya kapalı bir sistem değil, açık bir sistemdir). Dünyanın farklılaşmışlığı ve açıklığı iddiası, dünyanın bilgisinin de açık ve farklılaşmış olacağını sonucuna yol açar. Anti-pozitivist bir natüralizm tartışması açarak sosyal bilimler ve doğa bilimleri için temel bir yöntemsel birliği tesis etme için natüralizmi yeniden formüle etmektedir. Nesnenin ontolojik statüsünü öznenin apriori kategorilerine ve ona bağlı kurulan bilgiye bağlayan Kantçı idealist projeye karşı bilimin/bilginin transandantal koşulunu bilincin zorunlu koşulu olan real düzleme taşıması önemli bir müdahaledir. Eleştirel realizm, gerek pozitivizmin gerekse de hermeneutiğin ontolojik düzeyde empirisist, dolaysıyla da insane merkezci olduğunu iddia ederek, öznelci olmayan bir ontoloji sunmaktadır.

Gerçekliği tabakalaşmış biçimde kuramsallaştırmanın iması nedir öyleyse? Bhaskar bize evvela dünya içindeki eylemler, süreçler ve olayların varoluşsal gerçekliği ile bu gerçekliğin neyi içerdiğine ilişkin üretilen teori, kavram ve metodolojilerin varoluşsal bağımsızlığı arasındaki ilişkiselliği görmezsek pozitivizm ile hermeneutik akımlarının cenderesinde kalacağımızı söyler. Epistemolojik olan ile ontolojik olan, geçişli nesne ile geçişsiz nesne, soyut ile somut arasında realist bir yerden kesin ayrımlara gitmeyen felsefi programların belli hataları (epistemik hata, ontolojik hata) üretmekten kaçınamayacaktır. Epistemik hata da nesnel olan özneleştirilir, ontolojik hata da ise öznel olan nesneleştirilir. Oysa realist, bir nesnenin varlığından yükümlü bir “doğurgan mekanizma”yı tanımlamaya ve açıklamaya çalışan bir başlangıç noktası benimsemelidir. Bu hamle, olguya dair mevcut bilginin bilişsel öğelerinden hareketle, doğurgan mekanizmanın bir modeli inşa edilerek sürdürülür. Böylece, bilim bir olguyu yakalar, ardından ona dair açıklamalar/modeller kurar ve bunları empirik sınamalara tâbi tutar. Bharkar’ın A Realist Theory of Science kitabında belittiği gibi, dünyanın doğasının sadece bilimle bilinebileceği olgusunu, dünyanın doğasının bilim tarafından belirlendiği olgusu izlemez. Yani bilim gerçekliği belirlemez, yalnızca açıklayıcı modeler ortaya koyabilir. Buna karşılık, geçişsiz alan (doğal ve toplumsal dünyadaki gerçek şeyler ve yapılar), sadece geçişli alan (doğa ve sosyal dünyaya ilişkin modeller ve kavramlar) aracılığıyla incelenebilir. Mesela “en kral sosyolog” araştırdığı mevcut toplumsal ilişki üzerinde herhangi bir etki yaratmayabilir ya da insanlar kuşatıldıkları etkileşim alanlarına dair hiçbir etki sahibi olmaksızın hayatlarını sürdürmeye devam edebilirler. Örneğin Marx “sömürü mekanizmasını” bilgi nesnesi olarak inşa etmiştir, ancak bu sömürü mekanizması gerçek nesnesinin Marx tarafından inşa edildiği anlamına gelmez. Aynı olguyu ifade eden pek çok teori olabilir, ancak bu “ne kadar teori o kadar gerçeklik vardır” kabulüne yol açmaz, zira geçişsiz düzey geçişli düzeye indirgenemez.

Natüralizmin Olanaklılığı sosyal bilimler açısından temel bir yönelime sahip. Giddens ve Bourdieu gibi kafayı dikotomilerle mücadeleye adamış olan Bhaskar her şeyden önce realist bir toplumsal eylem modeli önererek karşımıza çıkar: “yapı, failliğin olmazsa olmaz koşuludur; ancak ayrıca yapının yeniden-üretimi failliğe bağlıdır”. Yapılar olmadan eylemin mümkün olmadığı gibi, eylemler olmadan da yapılar yoktur. Ancak bu kabul, yapısal mekanizmaların eyleme, dolayısıyla özneye indirgenebileceği anlamına gelmez. Yapılar eylemin zorunlu koşuludur. Bhaskar ve eleştirel realistler yapıları kavramsallaştıramayan “eylem teorisi” ile failin etkinliğini kavramsallaştırmayan “yapısalcı teori”nin zayıf yanlarını ve sosyal bilimi krize sokan özne-nesne (birey-toplum) felsefi sorunlarını, yapının ve failin ontolojik statüsünü ortadan kaldırmadan (Giddens’ın bir örneğini sergilediği gibi) tabakalaşmış ontoloji ve geçişli nesne-geçişsiz nesne yaklaşımıyla realist bir yerden yeniden formüle etmektedirler. Realist esinli empirik incelemelerden sosyoloji ve iktisat alanına kadar geniş bir disiplinler yelpazesine ilham veren bu perspektif, temeldeyse iki yönlü bir eleştiri hattı çizer: (a) Humecu nedensellik anlayışına dayanan ve gözlemlerle doğrudan ulaşılamayan varlıklara gerçeklik izafe etmeye temelden karşı çıkan pozitivizm eleştirisi (Oysa başka türlü bir nedensellik önerilebilir ve teorik varlıklara ‘gerçeklik’ yüklenebilir); (b) Bazı inşacı teorik hatların titiz eleştirisi (Toplumsal dünya tabi ki anlam yüklüdür, fakat buradan ‘natüralizmin olanaksızlığını’ çıkarmak hatalı bir kabuldür). Özetle Bhaskar, düz ontolojiye karşı “katmanlaşmış ontoloji”, neden-sonuç modeline karşı “nedensel güçler”, yasalara karşı “eğilimler”, kapalı dünya (teori) modeline karşı “açık dünya” (teori), atomistik varlıklara karşı “ilişkisel varlıklar”, indirgemeciliğe karşı “emergent fenomenler” kavramsallaştırmalarını ileri sürerek ontolojik bir tartışma açmaktadır.  

NATURALİZMİN OLANAKLILIĞI, Roy Bhaskar, Çev. Vefa Saygın Öğütle, Pratika Yayınları, 2013. 

Kültürel Çalışmalara “Yeni” Penceresinden Bakmak (Cem Koray OLGUN)

Gary Hall ve Clare Birchall’un Yeni Kültürel Çalışmalar: Kuramsal Serüvenler kitabı Onur Kartal’ın çevirisiyle Türkiyeli okurun karşısına çıkıyor. Kitap, bu alanda kısıtlı kaynağa sahip olan literatürümüze önemli bir katkı yapıyor.

Kültürel çalışmalar kuram ve pratiği bir arada ele alabilme niyetiyle ortaya çıktığı 20.yy ve içinde bulunduğumuz 21.yy’ı anlamak için son derece önemli ve gerekli bir alan. Türkiyeli okur açısından ise bu alanda derinlikli okuma fırsatı bütünsel olarak şimdiye kadar pek az mümkün olmuştu. Toplumbilim ve Toplum ve Bilim’in özel sayıları ve birkaç kitap dışında kültürel çalışmalar literatürü yok denecek kadar az. Zira İngiliz kültürel çalışmalarının en önemli temsilcilerinden Stuart Hall’un bile belli başlı birkaç makalesi ve Yeni Sağ üzerine kitabı dışında çevrilen metni maalesef yok. Bu da ister istemez Türkiyeli okurun kültürel çalışmaları daha sınırlı bir açıdan görmesine neden oluyor. Dolayısıyla kültürel çalışmalar adını çok duyduğumuz ama derinlerine inemediğimiz bir alan olarak, hem bize çok yakın hem de çok uzakta duruyor. Say yayınlarından çıkan Gary Hall ve Clare Birchall’un Yeni Kültürel Çalışmalar: Kuramsal Serüvenler kitabı Onur Kartal’ın çevirisiyle bu eksikliği gidermek için önemli bir fırsat sunuyor. Hall ve Birchall sıra dışı girişleriyle bizlere kültürel çalışmaların kapılarını daha önce olmadığı kadar aralıyor. Bu anlamda baştaki yeni kavramına da takılmamak gerekiyor. Zira yazarlar yeni kavramının barındırdığı çelişkilerin farkındalar ama bu kavramı kışkırtıcı bir anlamda kullanıyorlar. Bu bağlamda onlar için yeni kavramı kuramın geçmişini reddetmiyor ya da modası geçtiğini söylemiyor. Tam aksine yeni kavramı kuramın şimdiye kadar sorduğu soruların yanı sıra gelecekte soracağı soruları da içine alarak alanını genişletiyor. Dolayısıyla okuyucu için yeni kültürel çalışmaları okumak, meseleye ortasından dâhil olmak değil bütünüyle içerisine girmek demek.

Hall ve Birchall’ın bu derlemeyi hazırlarken ki temel sorunsalı “kuram”ın kültürel çalışmalar içindeki rolünün değişmesi. Son yıllarda bazı yazar ve çevrelerin kuramın çöküşünü ilan etmeleri ve kuramın ötesine geçmenin vakti geldiği söylemleri, Hall ve Birchall’a “kuramın”ın etkisinin hala önemli olduğunu göstermek için bir neden veriyor. Hall ve Birchall ilk olarak kuramın çöküşünü ilan edenlerin gerekçelerini on maddede topluyorlar. Solun bunalımı, üniversitelerin piyasalaştırılması, yeni ekonominin yükselişi, akademik yayın sektöründeki değişiklikler ve 11 Eylül gibi nedenlerin kültürel çalışmalarda kuramın etkisinin azaltıldığı çalışmaların yapılmasını teşvik ettiğini söylüyorlar. Fakat onlara göre çare, kuramın etkisini azaltmak değil aksine kuramın kültürel çalışmalar içerisindeki rolünü yeniden belirlemek. Bu anlamda temel soruları da kuramın konumu, yeri ve geleceği nerededir sorusu oluyor.

Hall ve Birchall’un yaklaşımları çerçevesinde kitapta kendileri de ayrı ayrı dâhil olmak üzere on beş farklı akademisyenin makaleleri bulunuyor. İlk kısımda yeni kültürel çalışmalar adı altında Yapısöküm, Post Marksizm, Etik ve Alman medya kuramı üzerine tartışmalar yer alırken, ikinci kısım ise Deleuze, Agamben, Badiou ve Žižek gibi yeni kuramcılar üzerine makalelerden oluşuyor. Üçüncü kısım, yeni, dönüşümler adı altında antikapitalizm, ulus aşırı ve yeni medya tartışmalarına ayrılmış. Dördüncü ve son kısım ise yeni serüvenler adı altında, kent/mekân, post insan bilimleri, aşırılık ve sır gibi kavramlar üzerine makalelerden oluşuyor. Özellikle bu son kısım Hall ve Birchall’un kültürel çalışmaların geleceği hakkındaki düşüncelerini destekler biçimde kendisine yeni sorular arıyor.

Böyle bir eserin çevrilmesinin, Türkiyeli okur için öneminden yukarıda bahsettik. Bu anlamda çeviriden ve çevirmenden de bahsetmek gerek. Öncelikle belirtmek gerek ki Onur Kartal çok zor bir metnin üstesinden gelmiş. Birçok derlemenin en az iki kişi tarafından çevrilmesi beklenebilir ancak Kartal bunu tek başına gerçekleştirmiş. Bu anlamda bu kitabın iki zorluğuyla yüzleşmek zorunda kalmış. Birincisi Hall ve Birchall’un giriş kısmında bahsettiği gibi, kendi düşüncelerinin ekseninde derledikleri bu kitapta yazarlara editöryal anlamda pek fazla müdahale etmemeleri –ki bu birçok makalede oluşacak üslup farkını baştan arttırıyor. İkincisi ise birinci nedene bağlı olarak on beş farklı yazarın dil ve üslup farkının yarattığı zorluk. Dolayısıyla böyle bir derleme için anlamı ve akışkanlığı bozmayacak bir dil sağlamak çevirmenin işini normal bir çeviriden çok daha fazla zorlaştırıyor. Ancak Kartal, bu iki sorunla da başarıyla yüzleşmiş ve kültürel çalışmalar için oldukça önemli bir eseri dilimize kazandırmış. Bu tür kitapların çevirisi bu alanda çalışan akademisyen ve öğrenciler için kaynak kitap olmasının yanı sıra güncel tartışmaları takip etmek açısından da oldukça önemli. Bu yüzden okumanın, düşünmenin ve tartışmanın keyfine varmalı.

Yeni Kültürel Çalışmalar: Kuramsal Serüvenler, Gary Hall ve Clare Birchall, Say Yayınları

Filiz Özdem’le Rüya Beklemek (Ezgi KIZMAZ)

Filiz Özdem’in yeni romanı Rüya Bekleyen Adam, kökleri geçmişe uzanan ailevi sırlar ve rüyalarla örülü çarpıcı bir yalnızlık ve pişmanlık hikâyesi. Özenli ve yalın anlatımıyla okuyucu ilk sayfalarından içine alan kitap, hikâyenin dört anlatıcısından biri olan 40’lı yaşlarının sonundaki Selim’in yıllar önce karısıyla kızının onu terk ettiğini anlatmasıyla başlıyor. Sayfalar ilerledikçe Beşiktaş Ihlamur’da sessiz sakin bir yaşam sürmekte olan Selim’in geçmişten getirdiği tek sırrının bu olmadığını da anlıyorsunuz. Kitabın diğer anlatıcıları Zafer, Duru ve Suna da hikâyenin kendilerine görünen yüzünü anlatınca herkesin ayrı bir sırrı, başka bir rüyası olduğunu fark ediyorsunuz. Selim’in yaşlı komşusu Necmiye Hanım’a hak vermeden de edemiyorsunuz: Gerçekten “Kimsenin hayatı göründüğü gibi değil”. 

Rüya Bekleyen Adam başucuna yakışır

Beklenen şey rüya ise tedbiri elden bırakmayıp yatağın çevresinden çok uzaklaşmamakta fayda var. Gerçi rüyaların ne zaman, nereye gelecekleri belli olmaz ama en azından siz, rüyalar âlemine giden uykunun güzergâhında kalarak üzerinize düşeni yapmış olursunuz. Böyle düşününce Filiz Özdem’in yeni romanı Rüya Bekleyen Adam’ı misafir etmek için başucumu seçmem kaçınılmaz oldu.

Gündüzleri sessiz sedasız komodinin üzerinde bekledi Rüya Bekleyen Adam. Geceleri ben de ona katıldım. Kitabın dingin anlatımı, gecenin sessizliğine pek yakıştı. Sayfalar ilerledikçe geçmişten gelen ailevi sırlar ortaya döküldü. Onları, hayal kırıklıkları ve pişmanlıklar izledi. Bana da kendi rüyalarıma dalmadan önce karakterlerin beklentileri ve korkularına dair izler taşıyan rüyalarda kaybolmak düştü.

Rüya Bekleyen Adam’la Beşiktaş’ta gezinti

Bazen beklemek yetmez. Arada kalkıp aradığın şeyin peşine düşmek gerekir. Ben de kitabın bir kısmının Beşiktaş Ihlamur’da geçmesini fırsat bilip Beşiktaş’ın yolunu tuttum. Beşiktaş Çarşı her zamanki gibi kendi havasındaydı. Eski pasajlardan, küçük dükkânlardan taşan insanlarla alabildiğine kalabalık ve uğultulu. Bu insan selinin arasında romanın kahramanlarına rastlamak hiç de olmayacak şey değildi. Balık Pazarı’nın önünde kendi aralarında şakalaşan ortaokul öğrencilerinin yanından aldırmaz bir ifade ve hızlı adımlarla geçen genç kız, Selim’in yıllarca görmediği kızı Duru muydu acaba? Selim’in Suna’yla tanıştığı eczane de buralarda bir yerde olmalıydı.

Kitabın annelik ve babalık üzerine düşündürdükleri de insanı kolay kolay terk etmiyor. Kartal heykeline gelmeden soldaki beyaz eşya dükkânının vitrinine bakarak konuşan iki kadın, anne-kız mıydı, yoksa aralarındaki yaş farkına rağmen birbirinin sohbetinden hoşlanan, birlikte alışverişe çıkmış iki komşu mu? Kitap, insanların arasındaki bağlar konusunda hiçbir zaman emin olamayacağımızı bir kez daha hatırlatmışken, bu soruyu cevaplamak her zamankinden zor.

Çevirileri ve çocuk kitaplarıyla da bilinen Filiz Özdem, Korku Benim Sahibim, Düş Hırkası ve Yalan Sureleri romanlarından sonra, Rüya Bekleyen Adam kitabıyla bir kez daha karşımızda. Yapı Kredi Yayınları’ndan çıkan kitap, okuyucuyu sırlar ve rüyalarla örülmüş bir hikâye eşliğinde namus, vicdan ve anne-babalık gibi kavramları üzerine düşünmeye çağırıyor.

Rüya Bekleyen Adam, Filiz Özdem, Yapı Kredi Yayınları

Ne Hazırlıyor? Bülent Usta (Utku ÖZMAKAS)

Oğlak Yayınları, 2013’te 20. yılına girdi. Yirmi yıllık yayıncılık serüvenine çok fazla kitap ve değer sığdırmış, geniş yelpazeli bir yayınevi Oğlak Yayınları. Yerli ya da yabancı klasiklerden çağdaş edebiyatın iyi örneklerine, çizgi romanlardan yemek ve yemek kültürü kitaplarına, polisiyelerden popüler tarih ve popüler bilim kitaplarına, sinemadan “Ludingirra” ve “Nar” gibi edebiyat dergilerine kadar, pek çok disipline ve türe yönelik yaptığı yayıncılığı 20. yılında da kataloğuna yeni kitaplar ekleyerek sürdürmeye devam ediyor.

Oğlak Yayınları olarak, yakınlarda kaybettiğimiz değerli sinema yazarı ve çevirmen Rekin Teksoy’un son çalışması olan “Rekin Teksoy’un Ansiklopedik Sinema Terimleri Sözlüğü”nü yayımlamıştık. Sinemayla ilgili bu devasa çalışmadan sonra, benzer bir ansiklopedik sözlük çalışmasını da yemek kültürü için hazırlıyoruz. Yıllardır yemek ve yemek kültürü üzerine yaptığı çalışmalarla tanınan ve yazarımız olan Nevin Halıcı, geniş kapsamlı bir sözlük hazırladı. Önümüzdeki aylarda kitapçı raflarında yerini alacak.

Bugünlerde ise hazırlığı sona yaklaşmış olan, Deniz Gürsoy’un “Tarihin Süzgecinde Mutfak Kültürümüz” kitabı var. İlk çağlardan günümüze bu topraklardaki yemek kültürünün tarihini elen alan bu çalışmada, çiğ köftenin ilk ne zaman ve nasıl ortaya çıktığından Dicle ve Fırat kıyılarındaki kır meyhanelerinde neler yiyilip içildiğine kadar, pek çok ilgi çekici bilgi mevcut.

Beni heyecanlandıran kitaplardan biri de, Marquis de Sade’ın daha önce iki cildi yayımlanan “İkinize de Yer Var -Bütün Hikâyeleri”nin 3. cildini yayımlayacak olmamız. Klasiklerin özgün ve titiz çevirilerle okura ulaşmasına özel bir önem gösteriyoruz. 20. yıl sürprizlerimizden daha sonra ayrıca bahsetmek dileğiyle.

2012 Öykü Yıllığı ‘Öykü Yağmuru’ (Ayşegül TÖZEREN)


Türkiye Edebiyatı'nda şiir yıllığı geleneği bulunmasına rağmen, öykü yıllığı açısından böyle bir geleneğin var olduğunu söylemek zor. İki senedir Sadık Yalsızuçanlar tarafından hazırlanan ve Edebiyat Ortamı dergisinin eki olarak okurla buluşan öykü yıllığı haricinde, edebiyatımızın yakın tarihinde, bu yönde bir çalışmaya rastlanmıyor.

2013'de, bir önceki senenin öykü dökümünü içeren 2012 Öykü Yıllığı, ‘Öykü Yağmuru’ alt başlığıyla Dünyanın Öyküsü dergisiyle aynı adı taşıyan ve editörlüğünü derginin genel yayın yönetmeni Özcan Karabulut'un yaptığı Dünyanın Öyküsü Yayınları tarafından yayımlandı. 2012 Öykü Yıllığı'nı yazar Kemal Gündüzalp hazırladı. 2012 Öykü Yıllığı, Türkiye Edebiyatı açısından önemli ilkleri içeriyor:

• Öykü ve şiirin tür olarak olmasa da, her iki türün olanaklarının birbirine yakınlaştığının dillendirildiği günümüzde, sadece öykücülerin değil, şairlerin de öykü-öykücülüğümüz konusundaki görüşlerine yer veriyor.

• 2012 Öykü Yıllığı, “aralarında çevirmen, editör, eleştirmen, şair, öykü yazarı ve yayın yönetmenlerinin de olduğu, öyküye emek veren isimlerin katkılarıyla gerçekleştirilen ortak bir çabanın ürünü”dür. Böylece "bir" edebiyat anlayışının çıktısı olmaktan da uzaklaşmaktadır. Yıllığın çeşitli soruşturmalarına yanıtlarıyla katılanlar arasında Adnan Binyazar, Feridun Andaç, M. Sadık Aslankara, Özcan Karabulut, Semih Gümüş, Ahmet Miskioğlu, Hüseyin Su ve İnan Çetin sayılabilir.

• 2012 Öykü Yıllığı, yıl içinde öykü kitapları ve dergilerde yayımlanan Kürtçe öykülere yer vermektedir. Ayrıca, Yaqop Tilermenî’nin, daha önce kimsenin girmediği bir çabanın içine girerek, 2012'de Kürtçe Öykü'yü yazmış olduğu dikkatlerden kaçmıyor. Bunun, Türkiye Edebiyatı açısından önemli bir ilk olduğunu söylemek gerekir.

2012 Öykü Yıllığı'nda sözü edilen ilklerin dışında, dergilerden ve öykü kitaplardan seçilmiş öykülere de önemli bir yer ayrılmış olarak görünüyor. Öyküleri yer alan yazarlar arasında Ahmet Büke, Cemil Kavukçu, Birgül Oğuz, M. Fırat Pürselimoğlu, Melike Uzun, Pelin Buzluk, Zeynep Sönmez, Türker Ayyıldız ve Yalçın Tosun sayılabilir. 2012'de yitirilen öykücülerden Burhan Günel ve Celal Hafifbilek'in birer öyküsüne de yer veren yıllık, öykü üzerine yazılmış yazılardan da bir seçki sunuyor.

2012 Öykü Yıllığı'nda Sayılarla Dergilerde Öykü'yü Kemal Gündüzalp, Dergilerde Öykü'yü Kadir Yüksel, Dergilerde Kürtçe Öykü'yü Yaqop Tilermenî, Fanzin ve Bazı Dergilerde Öykü'yü Edebiyatın Sokaklarında Öykü alt başlığıyla Ayşegül Tözeren kaleme alıyor.

Her şey birdenbire oldu, Birdenbire vurdu gün ışığı yere (Funda DEMİR)


Her Şeyin Öyküsü'nü kıymetlisine ilk kitap olarak hediye eden ve benim de tanımama sebep olan M.U.'a ve Ceylan'a ithafen...


Herkesin hikâyesi farklı. Kimisi doğduğu anda başlıyor, kimisi aşka düşünce kimisi ekmek parası uğruna yollara düşünce. Günlerdir aklımda Ceylan. Sahi nerede başlamıştı onun hikâyesi? Baharın yemyeşil güzelliğinde ayağını çimlere basıp kuzuları kovaladığı  ilk nisan ayı olabilir mi? Saçlarını tararken çarşafa düşen bir bit. Ya da gül suyudur gözlerinin akıttığı, bir okul çıkışı dönme dolapçıyı görünce mi? Gitmiş midir okula? Karşısında güzel, bakımlı bir öğretmen görmüş-mü-dür. Onun parlak çorabına, çamura bulanmış ruganına kaymış-mıdır-? gözü. Dudaktır, gülümser kendini hayâl ederken... "Sus kız adet olmuş kıza yakışır mı" derken bir yaşlı kocakarı kimbilir? Ne zaman, senindi zaman? Nereden bilirler bir ömürün getirdiğini ki götürdüğünü bilsinler...

Bu günlerde ne zaman bir çocuğun gözüne takılı kalsa gözlerim, bir anda aklıma geliyor yüzün. Yaşayamadığın, yaşamayacağın hayatların gölgesinde suluyorum bildiğim tüm küfürleri... Utanıyorum.Yüz bin tane dert varken kafamın içinde adının geçtiği bir haberle dengemi bozabiliyorsun. "Lice Cumhuriyet Savcısı'nı güvenlik gerekçesiyle olay yerine götürmeyen jandarma görevlileri hakkında kovuşturmaya yer olmadığına karar verildi..." Bir eylül sabahı parçalanan bedeninin yeni bir parçasını daha saplıyorsun göğsüme. Ceylan Önkol için ne yaptım?

Orada, o koyunları otladığı merada unutursanız Ceylan'ı bombalar birden bire patlar... Bir çocuk sabah çıktığı evine ölü döner. Unutmam seni, bitmiş bir hikayeye mutsuz bir sondur yazmaktır istediğim bilirim...Sorumlu olan hangi sorumsuzsa belasını bulsun isterim. Yine de unutmam...

Yaklaşık on beş milyar yıllık dünyanın hikâyesinde küçücük bir dip nottur Ceylan'ın on dört yılı....Okumayı unutmayın e mi o dip notu?

Bu hafta Ceylan'la beraber "Her Şeyin Öyküsü"dür konuştuğumuz aslında... Smarties ödüllü Neal Layton tarafından kaleme alınan öykümüz üç botuylu ve ciltli baskısıyla küçümen adam ve kadınlara evrimi anlatabilmenin en keyifli hali. Kırıp geçiren bir hayranlık duygusuna karşı kasıp kavuran bir gerçekçiliğe sahip. Mizahi dili ve hareketli sayfalarındaki özen gözden kaçmıyor. Tudem Yayınları tarafından basılan "Her Şeyin Öyküsü" 12 hareketli sayfada kullandığı akıcı dili ve her sayfadaki farklı sürpriziyle oldukça ilgi çekici olmuş. Büyük patlamayla başlayan serüven evrenin ve yıldızların oluşmasına selam ettikten sonraki bir kaç milyon yıl içinde deniz altında oluşan farklı bitki ve hayvanlara değiniyor. Zamanla topraklar tamamen bataklık haline geldiğinde ortaya çıkan dinazorlar ve bütün o dinazorları yerle bir eden göktaşı ile 65 milyon yıl öncesine bir yolculuk başlıyor. Dinazorların yok olmasıyla beraber ortaya çıkan memelier, prokoptodonlar, fareye benzer yaratıklar, sarkastronlar, hirakoteriumlar,ördek gagalı pilatipus, ikorenikteriseler, esperosiyonlar, homotheriumlar, indikoteriumlar, mezopitekuslar, pakicetuslar ve kuyruksuz maymunlara kadar geniş açıdan ele alınıyor. Evrimin son aşaması inanılmaz keyifli anlatılmış. Öykünün bundan sonra ki bölümünü merak edenler, bir kaç milyon yıl daha yaşamak için havucu mu bol yerler sütü mü çok içerler bilmem,ama bu kitaptan aldıkları keyifi uzun süre taşıyacakları aşikar.  Her Şeyin Öyküsü'nü okuduğunuz andan itibaren "nasıl yani, biz maymun muyduk, benim büyük büyük dedem de maymun muydu" gibi "ismail abilik" repliklere hazır olmanızı, ama o büyük heyecanı, şaşkınlığı ve keyifi tatmanızı öneririm. 4 ve üzeri her çocuğun seveceğinden şüphem olmayan bu kitabın kitap arsızı ana babaları tarafından ele geçirileceğinden de adım gibi eminim.

Her Şeyin Öyküsü
Yazan ve Resimleyen: Neal Layton
Çeviren: Özlem Çolakoğlu
Tudem Yayınları, 2006

Yeni Bir Scientology Kitabı Daha (Toygar Sinan BAYKAN)

Guardian’ın internet sitesinde yayınlanan habere göre hakkında pek çok söylenti bulunan Scientology tarikatı üzerine güvenilir bir çalışma Amerika’da okuyucusuyla buluştu. Lawrence Wright’ın kaleme aldığı “Going Clear: Scientology, Hollywood & Prison of Belief” (“Arınmak: Scientology, Hollywood ve İnanç Hapishanesi”) adlı kitabı Guardian için değerlendiren Hadley Freeman, çalışmanın tarikatın şiddet ve gizlilik konusundaki kötü şöhretini teyit ettiğini not düşüyor. Freeman değerlendirmesini Los Angeles’ta bulunan tarikatın merkezini bir arkadaşı eşliğinde ziyaretini anlatarak noktalıyor. Burada Japonya’dan tarikat için çalışmaya gelen aşırı kibar bir kadın tarafından karşılandıklarını ve tarikata uygun olup olmadıklarını ölçmek üzere bir sınava tabi tutulduklarını aktarıyor. Sınavın içinde ise “Diğer insanlar sizle ilgileniyor mu?”, “Kaleminizin ucunu çiğniyor musunuz?” ve “Katı disipline katlanabilir misiniz?” gibi garip sorularla karşılaşıyorlar. Freeman yaptıkları bu gezinin en ilginç tarafının ise şöhretlerin resimleriyle süslü bir duvarın tarikatın merkezinde önemli bir yeri olduğunu görmek olduğunu kaydediyor ve ekliyor: Scientology yirminci yüzyıl Amerika’sından çıkması kaçınılmaz olan bir din. Freeman’ın şu isabetli tespitine ise katılmamak mümkün değil: “Scientology şöhrete karşı tiksindirici ihtiramı, kadınlara, cinselliğe, sağlığa ve doğum kontrolüne yönelik garip tutumları, takipçilerine vaat ettiği eşitliğe karşın ezici eşitsizliğiyle Amerikan kültürünün en kötü yönlerinin muntazam bir yansıması”.

Red Kit Kadıköy’de (Utku ÖZMAKAS)

Yapı Kredi Kültür Merkezi, vahşi Batı’nın yalnız kovboyu Red Kit’i Beyoğlu’nun ardından, bu sefer de Kadıköy’de ağırlıyor. Sergi, 10 Nisan–30 Nisan tarihleri arasında Kadıköy Belediyesi Caddebostan Kültür Merkezi Sanat Galerisi (CKM)’de ziyaret edilebilir.

Geçtiğimiz yıl ilk kez çizgi roman araştırmacısı Didier Pasomonik’in küratörlüğünde hazırlanan “Red Kit İstanbul’da” sergisi, Vahşi Batı’nın en yalnız kovboyunu İstiklal Caddesi’nde ağırlamıştı. Red Kit bu sefer de “Red Kit Kadıköy’de” sergisiyle Anadolu yakasındaki severleriyle buluşuyor.



“Dünyanın Küçük Prens Kitapları” (Utku ÖZMAKAS)

Bir haber de Ankara’dan… Tayfa Kitapkafe’de 209 Mart itibariyle “Dünyanın Küçük Prens Kitapları” sergisi düzenlenmeye başladı.

“Fransız yazar ve pilot Antoine de Saint-Exupéry tarafından 1943 yılında kaleme alınan Küçük Prens kitabı ve onun yıldızlardaki varlığı, bizi, belki küçüklüğümüzden de fazla heyecanlandırıyor. Onu yeniden yeniden okuyoruz… Küçük Prens kitabındaki felsefe, düşünce ve duygunun daha güzel bir dünya yaratmak için insanlara ilham verdiğine inanıyoruz” denerek tanıtılan sergi 25 Mayıs’a kadar devam edecek ve her hafta cumartesi günü yenilenecek. Sergi süresince uzmanlar ve koleksiyonerle söyleşiler, okuyucu buluşmaları ve film gösterimi düzenlenecek.

Joan Scott İstanbul’da (Utku ÖZMAKAS)


Türkçede en son “Feminist Tarih Peşinde” başlıklı kitabı yayımlanan Joan Wallach Scott 17 Nisan ve 20 Nisan’da iki konuşma yapmak üzere İstanbul’a geliyor. 17 Nisan’da Boğaziçi Üniversitesi’nde “Kurtuluş ve Eşitlik: Eleştirel Bir Soykütük Denemesi” başlığında konuşacak olan Scott, 20 Nisan’da da “Toplumsal Cinsiyetin Kullanımları ve Suistimalleri” başlıklı konuşmasını Sabancı Üniversitesi Karaköy Binası’nda gerçekleştirecek.

Sınırlamaya Karşı Kampanya (Utku ÖZMAKAS)


Tekirdağ F Tipi Cezaevi’nde tutuklu ve hükümlülere uygulanan 10 kitap sınırlamasına karşı imza kampanyası başlatıldı. Aileler adına yapılan açıklamada, Türkiye çapında tüm cezaevlerinde uygulanacak sınırlamanın 15 Mart’ta Tekirdağ 2 No’lu F Tipi Cezaevi’nde uygulamaya konulduğu hatırlatıldı. Cezaevi Müdürü Ali Haydar Ak önderliğinde gardiyanların hücrelere girerek, kitaplara zorla el koyduğu ve buna karşı direnen tutukluların darp edildiği anımsatıldı. Kampanyaya imza vermek için: http://www.change.org/tr/kampanyalar/cezaevlerinde-mahpuslara-uygulanan-kitap-s%C4%B1n%C4%B1rlamas%C4%B1-kald%C4%B1r%C4%B1ls%C4%B1n-kitaplarhapiste



Erdal Öz Edebiyat Ödülü bu yıl Kavukçu’ya (Utku ÖZMAKAS)


Altıncı kez verilen Erdal Öz Edebiyat Ödülü Cemil Kavukçu’nun oldu. Semih Gümüş, Enis Batur, Feride Çiçekoğlu, Turgay Fişekçi, Kaya Genç, Handan İnci ve Can Yayınları adına Zeynep Çağlıyor’dan oluşan seçici kurulun oy birliğiyle belirlediği ödül, Cemil Kavukçu’ya 30 Nisan’da Pera Palas’ta düzenlenecek törenle teslim edilecek. Öte yandan her yıl bir üyenin ayrılıp bir başkasının katılımıyla yenilenen jüriden bu yıl Semih Gümüş’ün ayrıldığı, önümüzdeki yıl seçici kurula katılacak kişinin Asuman Kafaoğlu Büke olduğu açıklandı. Ödül daha önce Gülten Akın, Nurdan Gürbilek, İhsan Oktay Anar, Şavkar Altınel ve Murathan Mungan’a verilmişti.

İlk Ödül Hakkı İnanç’a (Utku ÖZMAKAS)

İstanbul GalaPera Kültür ve Sanat Derneği’nin bu yıl ilk kez düzenlediği Selçuk Baran Öykü Ödülü, Hakkı İnanç’ın “Bozuk” adlı eserine verildi.

Selim İleri, Mehmet Zaman Saçlıoğlu, Turhan Günay, İlknur Özdemir ve Sezer Ateş Ayvaz’dan oluşan seçici kurul tarafından ödüle layık görülen kitap yüz on dosya arasından seçildi. Ödül töreni 10 Nisan Çarşamba Saat 19:00’da Ahmet Hamdi Tanpınar Müzesi Gülhane Alay Köşkü’nde yapıldı.


Ne Çeviriyor? Soner Torlak (Utku ÖZMAKAS)

John Cowper Powys’un 1915 tarihli “Visions and Revisions” adlı edebiyat eleştirisinin çevirisini bir arkadaşımla birlikte henüz tamamladık.

Bu aralar NotaBene Yayınları’na Michael Lebowitz’in son kitabı “Reel Sosyalizmin Çelişkileri: Yöneten ve Yönetilen”i çeviriyorum. 21. yüzyıl için sosyalizm olarak adlandırdığı geleceği kurma projesinin temelinde devrimci bir “öz-yönetim” pratiğinin yattığına inanan Lebowitz, “Kapital”den başlayarak ve Reel Sosyalizm deneyimini kat ederek, geleceğin bugünden kurulması gereken sosyalist toplumunda halk katılımı, öncü parti ve demokrasi kavramlarını masaya yatırıyor. Özellikle Hugo Chavez’in ölümünün ardından başta Venezüella olmak üzere Latin Amerika’nın sol popülist iktidarlarının nasıl bir yol izleyebileceğine ilişkin önemli bir tartışma.

Diğer yandan Phoenix Yayınevi’ne yakın zamanda Michael Mann’ın “İktidarın Tarihi”nin dördüncü cildini çevirmeye başlayacağım. İlk iki cilt yakın zamanda yayınlanmıştı. Mann’ın kendine özgü bir toplumlar tarihi okuması var, oldukça yaratıcı ve iddialı. Açıkçası bana heyecan veren bir çeviri olacak.

EXPRESS Dergisi 134. Sayı (Helin KÜÇÜK)

134. sayısı ile raflarda yerini alan Express;

Tekirdağ F Tipi’nde siyasî tutuklu ve hükümlülere 10’dan fazla kitap bulundurma yasağı getirilmesi ve “fazla” kitaplar zor kullanılarak toplatılması üzerine Avukat Gülizar Tuncer ve Fazıl Ahmet Taner söyleşisini,

Birçok defa edebi ve politik metinlerin konusu olan '68 gençliği üzerine başka bir bakış açısı sunan ve silahlı propaganda - toplumsal hareketler konularında uzman Isabelle Sommier’in geçtiğimiz aylarda Türkçeye kazandırılan “Devrimci Şiddet” adlı kitabını başlangıç noktası alarak yazılan Isabelle Sommier’nin “Devrimci Şiddet”i: RAF’tan Mekap’a yazısını,

Son zamanların en çok konuşulan filmi olan "Jîn" in yönetmeni Reha Erdem ile politik sinema üzerine yapılan söyleşisini sunuyor okuyucularına.

Kültür Mafyası Dergisi 6. Sayı (Helin KÜÇÜK)


Kültür Mafyası 6. sayısında 8 Mart'ı unutmuyor ve bugüne kadar kadına yönelik şiddete, nefret ve kadın cinayetlerine kurban gitmiş herkese saygı duruşunda bulunuyor...

8 Mart dolayısıyla "evlilik" kurumunu sorgulayan Kültür Mafyası, "Evlilik Kitabı"nın yazarı Glenn Campbell ile gerçekleştirdiği röportajla okurlarının karşısına çıkıyor: "Bu röportajı okumadan evlenmeyin!"

Bugüne kadar LGBTT bireylere karşı nefret söylemleri ve şiddet olaylarıyla sıkça karşılaştık. Böylesi bir ortamda evlatlarına sahip çıkan "normal" aileler ise ne yazık ki istisna kalıyor. Bu sayımızdaki Gizli Celse'nin konukları LGBTT aileleri...

"Kültür cayır cayır yanıyor" diyen Dilruba Saatçi, sahnelerinde bir seri katili ağırlayan Ölü Aktörler, Karışık Kaset kitabıyla okurlarının karşısına çıkan Uygar Şirin, Enis Batur'un düşünü gerçekleştiren İncipit Enstitüsü 6. sayımızda Kültür Mafyası'nın konuğu oluyor...

Sayfalar ve Haneler'de Turgut Uyar, Dökümantansiyon'da Firuze, Mafya-Art'da Nickolas Muray yine Kültür Mafyası'nın 6. sayısında okuyabileceğiniz konular arasında.

NOTOS Dergisi 39. Sayı (Helin KÜÇÜK)

Notos, 39. Sayısında (Nisan/Mayıs) Türk Edebiyatı’nın önemli isimlerinden Sabahattin Ali’yi dosya konusu yaptı. Edebiyatın her türünde eserler veren Sabahattin Ali, yeni bir gerçekçi damarın ülke topraklarında yeşermesi için mücadele etti. 41 Yaşında derin devlet tarafından katledilene kadar, mücadelesini sürdüren, bugün de hala çok okunan Sabahattin Ali’nin, alameti farikasının masaya yatırılması oldukça anlamlı. Sabahattin Ali dosyasına A. Ömer Türkeş, Behçet Çelik, Alper Akçam, Haydar Ergülen, Hülya Soyşekerci, Ekrem Işın, Atilla Birkiye, Deniz Gündoğan yazılarıyla katkıda bulunuyor.

Notos’un 39. Sayısının bir diğer sürprizi ise Reha Erdem röportajı. Son filmi Jin ile adından söz ettiren yönetmen Reha Erdem ile sinema yaratıcılık ve edebiyat üstüne bir röportaj gerçekleştirilmiş.

Günlerin Getirdiği bölümünde Murathan Mungan, ilk sayısı 1980’in Mart ayında yayımlanan Yeni İnsan dergisindeki bir “roman soruşturması”nı gün yüzüne çıkarıyor. “Geçmişte yapılmış soruşturmalara şimdiki zamanın gözleri ve bilgisiyle dürbünün tersinden baktığımızda neler görülür? Aradan geçen zamanın bize kazandırdığı mesafenin serinliğinde eski soruşturmaların verilerine bakarken ne gibi sonuçlar çıkarılabilir?” diye soruyor Murathan Mungan.

NATAMA Dergisi 2. Sayı (Helin KÜÇÜK)

Üç aylık hayat memat dergisi Natama, 2. Sayısıyla raflarda. İlk sayısında politika şiir ilişkisini tartı şan dergi, ikinci sayısında böyle bir odak konu belirlememiş.

“Davut Yücel’in şiirle iktidarın ilişkisini irdeleyen yazısıyla açılan Natama’nın 2. Sayısında Hayriye Ünal Metin Eloğlu’nda kaçak dövüşen bir ironist görüyor. Enis Akın’ın bir fetiş nesnesi olarak şiirle bir fetiş nesnesi olarak otomobil arasındaki ilişkileri ele aldığı sayıda Süreyyya Evren’in yeniden tanımlanmaya muhtaç bir Türk edebiyatı olarak T-edebiyatına baktığı yazısı da yer alıyor. Ali Aydemir’in Ahmet Aslan’la yaptığı ve John Ashbery’nin klişeleri neden kutsal bulduğunu anlattığı söyleşi yanında derginin bu sayısında Hassan Khan’ın “Sözleşmeler” adlı görsel-metin çalışması okunabilir. Natama’nın bu sayısında Çağnam Erkmen, Manolya Gürocak, Hasan Rua Demiroğlu’nun öyküleri yanı sıra Cihat Duman’ın, Mehmet Öztek’in, Özgür Göreçki’nin, Kadir Yanaç'ın, Melih Tuğtağ’ın ve Gül Abus’un şiirleri yer alıyor. Ali Dündar, Barış Acar ve Burak Delier'in metinlerine de ev sahipliği yapan dergi Ahmet Büke’nin neşeli denemesiyle son buluyor.” (Tanıtım Bülteninden)






Mutluluk ve Mutsuzluk


Mutsuz olmak kolaydır. Sahip olamadığımız, yapamadığımız şeyleri; geçmişte olmuş, hatta gelecekte olabilecek üzücü şeyleri düşünmek yeter. Üstelik mutsuzluk, mutluluktan daha ilginçtir ve kendimizi acındırıp dikkatleri üstümüze çekmeye yarar. Öyleyse ömrümüzü, sızlanmakla, yeri göğü suçlamakla mı geçirmeli? Mutluluğu nasıl bulmalı? Peki, herkes için tek bir mutluluk mu vardır?.. Mutluluk ve mutsuzluk 13. baskısıyla yeniden raflarda.

Mutluluk  ve Mutsuzluk
Günışığı Kitaplığı
Yazar: Brigitte Labbé
Resimleyen: Jacques Azam
Türkçesi: Azade Aslan

Hezarfen: Uçmak Özgürlüktür


A
hmet Önel uçan ilk insan olarak adını tarihe altın harflerle yazdıran cesur Hezarfen’in etkileyici hikâyesini yazdı. Yıllar yıllar önce, ülkeleri padişahların yönettiği dönemde, İstanbul’da Ahmet Çelebi adında genç bir adam yaşarmış. Hayaller kuran ve bilime de meraklı bu adamın lakabı “bin bilimli” anlamına gelen Hezarfen’miş. Hezarfen’in en büyük hayali uçmakmış. Kuşları izler, insanoğlu uçamaz mı diye düşünüp dururmuş. “Kuşların kanatları varsa insanoğlunun da aklı var” dermiş. Günlerden bir gün Hezarfen de uçmuş.

Hezarfen (Uçmak Özgürlüktür)
Elma Çocuk
Yazar Adı: Ahmet Önel
Resimleyen: Sait Munzur


Zuzu ile Uykucu Baykuş


Güzel hayaller kuran ve kurduğu hayaller gerçek olan Zuzu mutlu bir çocuktur.

Ama mutluluğun dikensiz gül bahçesi olmadığının da farkındadır. Sorunlar karşısında yılmayan ve her zaman güler yüzlü çözümler üreten Zuzu sadece küçükler için değil, büyükler için de güzel bir örnek.

Zuzu bu macerasında bir hayvan olmak ister; önce hangi hayvan olmak istediğine karar veremez. Sonunda baykuşta karar kılar.

Zuzu ile Uykucu Baykuş
Yapı Kredi Doğan Kardeş Kitaplığı
Yazar: Görkem K. Arsoy
Resimleyen: Simeon Tennant


Oliver


Oliver kendini herkesten farklı hissediyordu.
Ama hiç önemli değildi bu.
O, kendi dünyasında mutluydu.
Yalnız bir gün piyano çaldığında onu kimse dinlemedi ...
Genç yazar-çizer Birgitta Sif, Oliver’ın çekingenliğini, kendini farklı hissetmesini ve günün birinde kendine benzeyen başka bir çocuk ile yakınlık kurmayı başarmasını olağanüstü bir duyarlılık ile anlatıyor.
Yalnızca çok çekingen çocuklar değil, çoğu çocuk, zaman zaman kendini başkalarından farklı, hatta bazen eksik hissederek içine kapanır. Bu güzel öykü, tüm çocuklar için.

Oliver
Kır Çiçeği Yayınları
Yazan – Resimleyen: Birgitta Sif
Çeviren: Aslı Motchane

Yıldız Tutulması (Levent GÖNENÇ)

Türkiye’de tanındığı ve anlaşıldığı biçimiyle klasik ana-akım çizgi roman apolitiktir. Hatta Tommiks, Teksas, Mister No okumak apolitikliğin göstergesi olarak kabul edilir. Aslında klasik ana-akım çizgi romanların dahi siyasete kapılarını tamamen kapadığı söylenemez. Örneğin erken dönemde, II. Dünya Savaşı sırasında Amerika’da çizgi roman siyasi propaganda aracı olarak kullanılmıştır. Kaptan Amerika’nın Hitler’e okkalı bir yumruk patlattığı 1941 tarihli ilk sayısının kapağını hatırlayalım. 1960’lı yıllarda, kurucuları arasında Robert Crumb, Justin Green, Art Spiegelman gibi çizerlerin bulunduğu “yeraltı çizgi roman hareketi”nin (underground comics) ortaya çıkışıyla birlikte siyaset-çizgi roman ilişkisi yeniden tanımlanmıştır. Her şeyin ötesinde bu çizerlerin yaşam tarzları ve hayata bakış açıları zaten siyasidir ve bu siyasi tavır doğal olarak çizdiklerine de yansır. Günümüzde gittikçe daha fazla ilgi görmeye başlayan grafik roman türü ise bu anlamda çizerlere çok daha geniş olanaklar sunmaktadır. Grafik roman belli noktalarda klasik ana-akım çizgi romandan ayrılır. Grafik roman yetişkinler içindir. Grafik romanda “ciddi” hikayeler anlatılır. Çizgiler çoğunlukla özgün ve deneyseldir. “İnsanlık durumu”na dair her şey grafik romanın konusu olabilir. Tabii, siyaset ve toplumsal olaylar da. Bazıları Türkçeye de çevrilen şu grafik romanları hatırlayalım: II. Dünya Savaşı’nda Yahudilerin yaşadığı acıların okuyucuyla paylaşıldığı Art Spiegelman’ın Maus’u, İran’daki siyasi ve sosyal dönüşümün anlatıldığı Marjane Satrapi’nin Persepolis’i, muhabir-çizgi romancı ekolünün temsilcilerinden Joe Sacco’nun savaş görmüş coğrafyaları konu alan Filistin, Gorazde ve Gazze’nin Dipnotları.

Türkiye’de yerli çizgi romanın başından beri siyasetle çok daha utangaç bir ilişki içinde olduğu söylenebilir. Öncelikle güldürmeyi ve eğlendirmeyi çizgi romanlar (örneğin Gırgır ekolüne dahil ve bu ekolü izleyen çizerlerin kaleminden çıkanlar) siyasete uzak dururken, tarihi çizgi romanlar ideolojik mesajlarını üstü kapalı vermeyi tercih ederler. Bu konuda erken dönem için Turhan Selçuk’un çizdiği Abdülcanbaz bir istisna olarak anılabilir. Yakın dönemde ise grafik roman türüne çok yakın işlere imza atan Necdet Şen’in dönemin siyasi ve toplumsal olaylarına sık sık gönderme yapan Hızlı Gazeteci’si bu listeye dahil edilebilir.

Ender Özkahraman’ın Yıldız Tutulması bu çerçevede siyasi grafik roman olarak nitelendirilebilecek öncü çalışmalardan biri. Özkahraman, Yıldız Tutulması'nda Türkiye’nin son otuz yılını işgal eden toplumsal bir travmayı, sosyal bir meseleyi, Kürt sorununu grafik roman diliyle anlatıyor. Aslında Özkahraman’ın çizgi roman kariyerinin büyük bir bölümünde bu temanın peşine düştüğünü biliyoruz. Özkahraman Limon ve Leman dergilerinde çizdiği (önemlice bir kısmı İletişim Yayınları tarafından basılan) tek veya iki sayfalık Orası Hikayeleri’nde, Güneydoğu insanını, bu coğrafyada bir türlü normalleşmeyen yaşamı, orası insanlarının çile ve sıkıntılarını aktarıyordu. Bu çalışmasıyla fırçasının kalibresini arttırmış ve bir kitap boyutunda-grafik roman formatında okuyucunun karşısına çıkmış. Yıldız Tutulması’nda çocukluktan beri arkadaş olan Ruken ve Pervin’in dağdan şehre uzanan hikayesine tanık oluyoruz. İşkencede ölen Ruken’in cenazesine katıldıktan sonra örgütten (muhtemelen kıdemli) bir abiyle onun hakkında konuşan Pervin anlatıyor hikayeyi. Aslında Yıldız Tutulması bir sıkışmışlık ve belki de nihayetinde çaresizlik hikayesi. Özellikle Ruken’in örgütün emir ve menfaatleriyle vicdanı arasına sıkışması, çoğu zaman vicdanının sesine kulak vermesi, örgütten dışlanması, sonrasında karakolda işkence sırasında ölmesi. Birgün gazetesinde tefrika olarak da yayımlanan çalışma bir yandan (hangi taraftan gelirse gelsin) şiddeti sorgularken diğer yandan daha güzel bir dünyada yaşama isteğinin coğrafya, etnik kimlik ve sosyal-siyasi fay hatlarının ötesinde insana dair bir mesele olduğunun altını çiziyor.

Öte yandan hikayenin bütününe bakıldığında şunu söylemek gerekiyot: Hikaye kurmaca olduğunu her fırsatta okuyucuya hatırlatacak kadar “tesadüf”lerle örülmüş: Bir asker kaçırma eyleminde durdurulan otobüsü arama görevi Ruken’e verilir. Ruken otobüste annesinin kucağında bir an önce doktora götürülmesi gereken ateşler içinde bir çocukla karşılaşır. Çocuğa aklı takılan Ruken kendisine verilen görevi hatırlayıp otobüste askeri aramaya devam eder. Bu sırada asker: “Yeter artık zaman kaybettiğin... Hadi, gidelim de bitsin bu iş!” diyerek teslim olur (s. 49). Ruken ise askeri teslim almadan otobüsten iner. İlerleyen sayfalarda, bir başka baskında, sığındıkları mağarada; Pervin, Ruken ve Çektar’ı bir asker bulur. Bu asker Ruken’in otobüste teslim almadığı askerdir. Asker de onları teslim almadan mağaradan ayrılır (s. 62). Nihayet, Pervin’in kaçarken evine sığındığı, yatıp kalktığı parktaki temizlik işçisi Enes’in karısı ve çocuğu, otobüsteki kadın ve o ateşler içinde yanan çocuktur (s. 88). Özkahraman belki anlatmak istediği meseleyi doğrudan anlatmak için böyle bir kurgu oluşturmuş olabilir ancak insan “bu kadar da tesadüf de fazla...” demekten kendini alamıyor.

Özkahraman’ın yıllar içinde oluşturduğu kendine özgü, oturmuş hoş bir deseni var. Bununla birlikte Yıldız Tutulması’nın sayfalarını çevirirken insan bazı paneller için “daha iyi olabilirmiş” hissine kapılıyor. Özellikle bazı paneller gücünü çizgi-metin uyumundan, daha doğru bir ifadeyle (grafik roman türünde olması gerektiği gibi) çizgi-roman birlikteliğinden almıyor; bunlar metin parçalarına iliştirilmiş vinyetler gibiler. Örnekse; 9. sayfadaki “Şuraya bak, etraf nasıl da küçük kağıt parçalarıyla dolu... / Şekerler bizim gibi değil Ruken, gömmeden evvel kefen bezlerinden kurtarıyoruz onları...” metnine eklenen çay bardağı ve şeker çizimleri. Ayrıca bazı panellerde anatomi ve perspektif pürüzleri göze çarpıyor. Nihayetinde yüz sayfaya yaklaşan bir hikaye çizmek kolay değil; bu tür kusurlar grafik romanın değerini düşürmüyor.

Özkahraman çizerlerin ve yayıncıların hak ettiği ilgiyi göstermediklerini düşündüğüm grafik roman türünde bir iş üretmiş, eline sağlık. Umarım Özkahraman bu türün peşini bırakmaz ve çizgi dünyasında yeni pencereler açıp farklı işler üretir.

Yıldız Tutulması, Ender ÖZKAHRAMAN, İletişim Yayınları


Utanmadan İddia Eden bir Mizahçı: Memo Tembelçizer (Can T. YALÇINKAYA)


Türkiye’de yakın dönem mizah dergileri incelendiğinde, Memo Tembelçizer’in kendine has, değişim geçirmekten çekinmeyen çizim tarzıyla ve grotesk görsel ve sözel poetikasıyla, son 25 senenin en kayda değer sanatçılarından biri olduğu, utanmaya mahal olmadan iddia edilebilir.

Çizerliğe amatör olarak 1989 yılında Limon dergisinde başlayan, sonra sırasıyla Pişmiş Kelle, Gırgır ve H.B.R. Maymun dergilerinde çalışan Memo, 1996 yılında, Leman dergisi bünyesinde yayınlanmaya başlayan aylık çizgi roman dergisi L-Manyak ile büyük çıkışını yaptı. L-Manyak’ın bölünmesinin ardından, uzun süredir birlikte çalıştığı arkadaşlarıyla sırasıyla Lombak, Penguen, Fermuar ve halen bir parçası olduğu Uykusuz dergilerinin bünyesinde ya da kurucu kadrosunda yer aldı.

Memo’nun karikatüristliğe başladığı ilk dönemlerden bu yana işlerine bakılacak olursa, belirli öğelerin ve temaların bir süreklilik arz ettiğini görülecektir. 1990’ların başındaki ilk çalışmalarından yakın bir zamana kadar, uçlarda bir cinselliğin, bedensel atıkların ve fonksiyonların, abazanlığın ve “yiğrenmenin” mizahını yaptı, Memo. Edepsiz şiirler ve metinler yazdı. Köklü bir geçmişe sahip grotesk gerçekçi edebiyatın çağdaş Türk edebiyatı içindeki az sayıda temsilcisinden biri olduğunu söylemek abartılı olmaz. Kimi öykülerinde tüm kozmos bokla son buldu ve bokla baştan yaratıldı. Bazen Apuleius’un Altın Eşek’inde olduğu gibi, nasıl bir eşeğe dönüştüğünü tasvir etti, bazen de Kafkaesk bir şekilde, bir sabah uyandığında kendini dev bir penise dönüşmüş olarak buldu. L-Manyak’ın televizyon kanallarında tiksintiyle gösterildiği, yozlaşmış ve apolitik bulunduğu dönemlerde, yaptığı işlerin ne derece politik olduğunun bilincindeydi de aynı zamanda.

Memo’nun 1990’ların başından beri vazgeçmediği bir takıntısı da kendi kendini tipleştirmek oldu. Pişmiş Kelle ve Gırgır dergilerinde, Anılar başlıklı köşesinde kendi çocukluğundan bazı hikâyeleri çizgi roman formatından anlatıyordu. Memo Tembelçizer imzasıysa 1990’da Pişmiş Kelle’de çizmeye başladığı, başrolünde kendisinin yer aldığı bir başka çizgi bant serisinin başlığından yadigâr kaldı. 1996’da katıldığı L-Manyak’ta, senaryolarını önceleri Bülent Üstün’ün, sonra kendisinin yazdığı L-Manyak Şehitleri’ni (2001’de Lombak dergisine geçtiğinde Lombak Şehitleri olarak değişti) çizdi. Şehitler’in ilk hikâyelerinde olay örgüsü Memo ve diğer L-Manyak çizerlerinin dergide çalışırken yaptıkları muhabbetler etrafında dönüyordu ve öykünün sonunda tüm çizerler bir şekilde ölüyordu. Mizah dergileri, dergi sabahlamalarında dönen geyikleri ve çizerlerin marjinal hayatlarını efsaneleştirmeyi severler. Memo ise bu eğilimi biraz daha ikinci plana atarak, daha fantastik evrenlerde, vahşi batı’da, uzayda, taş devrinde vs geçen Şehitler öyküleri çizdi.

L-Manyak ve Lombak’ta belirgin olan grotesk, underground ve punk estetiği etkileri, Memo’nun yoğunlukla kendisini tipleştirmeye devam ettiği, Aşık Memo, Ben Bir Eşşeğim, Dünyanın En İğrenç İnsanı Memo, Rrospu Çocuğu Memo, Zort gibi köşelerinde üst seviyeye ulaşıyordu. 80’lerin ikinci yarısında Limon dergisinde öne çıkan, 90’larda Pişmiş Kelle’de ve sonrasında L-Manyak’ta devam eden bu sert üslup 2000’lerde yerini yavaş yavaş daha naif ve nostaljiden beslenen bir mizah anlayışına bıraktı. Penguen ve Uykusuz dergilerinde halen süregiden bu tavır Memo’nun son dönem işlerine de etki etti. Her ne kadar aralıklarla L-manyak ve Lombak döneminden karakterlerini bu yeni dergilerde de çizdiğini görsek de, 2007 yılından itibaren öne çıkan iki işinin, Utanmadan İddia Ediyorum ve Memo’nun aile hayatını anlattığı Makul Koca Memoşko olduğu söylenebilir.

2007’de Penguen dergisinde başlayan ve daha sonra Uykusuz’da devam eden Utanmadan İddia Ediyorum, Memo’nun daha “uslu” sayılabilecek işleri arasında yer alıyor. Her ne kadar Memo’nun grotesk ve underground tavrı bir nebze devam etse de, dizinin temel mizah unsuru bilimsel söylemin ve komplo teorilerinin hicvedilmesine dayanıyor. Her hikayede, Memo birtakım hipotezler ortaya atıyor ve okuyanlara uçuk gelecek birtakım önermelerle bunları kanıtlamaya girişiyor. Dizide, komedi büyük ölçüde Memo’nun iddialarını öne sürerken takındığı agresif ve ciddi ifadeden doğuyor. Dizi, gündelik hayatta kanıksadığımız kimi davranışların kökenini ilkel dönemlerdeki atalarımızın davranışlarında arıyor. Televizyon izlemenin, “kıpraşımlı ışığa” yani ateşe hipnotize olmuş gibi bakan ilk insanlardan kalıtsal olarak modern insana geçen bir alışkanlık olduğunu, hayatın anlamının armut olduğunu, hepimizin sinek, balık ve bilimum başka hayvanlar olduğumuzu, toplumların bitki olduğunu ve benzeri şeyleri iddia ediyor ve bu iddialarını genellikle kanıtlıyor da!

Haftalık dergi temposunun gerekliliklerinden ötürü, Utanmadan İddia Ediyorum ve Makul Koca Memoşko’da, Memo’nun Şehitler ve Zort gibi köşelerde gösterdiği detaycı çini maharetlerinin izlerini görmek çok mümkün değil. Fakat şunu da söylemek gerekli: daha basit çizgiler kullanarak anlattığı bu hikayeler yine de Memo’nun kendine has görsel üslubunu yansıtıyor. Utanmadan İddia Ediyorum çizgi romanları yakın dönemde çıkmış iki albümde toplu halde bulunabilir.


Galip Tekin'e Bu Öyküler Nereden Geliyor? (Serdar KÖKÇEOĞLU)

Galip Tekin’in sanatı, sancılı büyüme serüvenimin bir parçası olduğu için mi acaba bugün eski öykülerini yeniden okuduğumda onları iddialı olduğu şekilde acayip veya tuhaf bulmuyorum? Olabilir. Belki de en acayip olanı Tekin'in efsaneleşmiş serüvenlerini özenle hazırlanmış büyük boyutlu kitaplarda okuma şansına sahip olmak. Tozlanmış kutuların ve eprimiş torbalardaki dergilerin yerini alan albümler bizim gençlik hayalimizdi ve artık iyice umudumuzu kestiğimiz bir dönemde karşımıza çıktılar.

Galip Tekin kendisini öykülerin parçası haline getirerek, hayatın ve sokakların acı gerçeklerini gerçek olmayanlarla kimyaya sokarak vahşi ve loş bir grafik edebiyat yarattı bize. Bilim kurgusal her şeye ama özellikle de uzaylılara son derece meraklı, uzaylılar tarafından kaçırılma fantezisini ailesine ifşa etmiş olan babam sayesinde paranormal mevzular ansiklopedisi Bilinmeyen daima evimizin başköşesindeydi. Biz evden eve taşındıkça ne kitaplar kayboldu ama nedense bu lacivert renkli ciltler hep bizimle geldi.

Galip Tekin'in öyküleri, hayalgücü Bilinmeyen ciltleriyle şekillenmiş, video dükkânlarındaki fantastik videokasetlerin müşteri listesine adını defalarca yazdırmış bir kuşağa kılavuzluk eden bir ‘ışık’ gibiydi aynı zamanda. Karanlık öyküler anlatan bir adamın sanatı için aydınlık metaforunu kullanmamı yadırgamış olabilirsiniz, haklısınız.

Galip Tekin öyküleri, orta sınıf mahallelerini ve onların yalnız ve yaralı kahramanlarını Hollywood serüvenlerinde yaşayan hayalperest kuşaklara yakınlaştırmıştı. Artık o sıradan sokaklar daha tekinsizdi, evler kâbus doluydu. Yine aynı okuyucular ders kitaplarında unutmak istediği tarihe, mitolojiye ve bilime özel bir ilgi duydular. Tekin'in bu yönü üzerinde pek durulmaz.

Yoksa siz onun yıllarca kaçış edebiyatı mı yaptığını düşündünüz? Geçelim. Ya da geçmeyelim şunu da ekleyelim; kaçış edebiyatının gizli ilerici gücünü merak edenler, aradıklarını Galip Tekin öykülerinde de bulacaklardır. Tekin okuyucularının, orta sınıfların karanlık dehlizlerine, kişisel ve ideolojik çıkmazlarına dair söyleyecek ilgi çekici sözleri vardır.

Okuyuculardan bahsetmişken; genç kuşakların Galip Tekin'in öyküleri hakkında samimi olarak ne düşündüğünü merak etmemek mümkün değil. Bu soruyu gençliğime dönüp kendime sorduğumda farklar iyiden iyiye belirginleşiyor: Onun fantastik bulduklarını ben son derece gerçekçi buluyorum mesela. Vakt-i zamanında kendi kuşağımca alay konusu edilirken, imdadıma Galip Tekin yetişmişti.

Tekin, geçtiğimiz günlerde ‘Akdeniz’den Gerçek Hikâyeler’ projesine alınan tek sayfalık Yaşama! öyküsünde bu konuya değiniyor. Onun zihninde hayatın gerçekleri ve fantastik hayaller şeklinde klasik bir ayrım yok. Hayatın fantastik gerçekleri ve gerçekçi hayaller şeklinde bir ayrım daha doğru olabilir. Yaşama! öyküsünde sanatının hangi olaylardan beslendiğini anlatıyor bize:

İstanbul'da mizah dergilerinde giderek mizah dozu azalan öyküler anlatmadan önce Konya'da bir sinemada makinistlik yapardı Tekin. İçinde üç kişinin öldürüldüğü tekinsiz bir sinemadır bu. Bir gün odasının kapısı çalar ve yakın bir arkadaşı elinde bir kurukafa ile giriverir. Kafası farklı çalışan bu arkadaş Tekin’in babasının kurukafasını bulduğunu iddia etmektedir.

Tekin sapasağlam kellenin intihar eden babasına ait olmadığını hemencecik anlar ve isteksizce kabul eder. Odanın bir köşesine konan hediye zamanla Tekin'i rahatsız etmeye, ona kabuslar sunmaya başlar. Önce yakmayı dener, başaramaz ve en sonunda amcasını öldürmeyi düşünen arkadaşıyla beraber bir mezarlığa atar.

Elbette bir öykücüye ‘anlattığınız olayın ne kadarı gerçek, ne kadarı kurmaca?’ gibi bir soru sormak fena halde abestir. Ayrıca tipik bir Tekin öyküsüdür bu. Ya da Tekin öykülerinin iskeletini oluşturan muazzam bir olaydır. Hikâye(ler) anlatacak olana gelir derler. Belki de o kişiye gelenler çoktan gelmiştir hayatta.

Tekin gerçek hayatın bazen akıl almaz şekillerde fantastik bir hal alabileceğini gördüğü ve bildiği için fantastik öyküler anlatmış ve bu öykülerle bizzat hayatı konu edinmiştir. Savaş, işkence, yalnızlık, fakirlik, cinsel çatışmalar, ailevi sorunlar ve bunların yarattığı dehşetengiz durumlar alelacayip hikayeleriyle gözler önüne serilmiştir...

Aslında bir konu daha var, hiç girmeyeyim diyordum ama sanırım olmayacak; tahmin ettiğimiz çıktı: Tekin öyküleri televizyon evrenine uymadı. Uyamazdı da zaten, ama sorun sadece rating kaygısı nedeniyle öyküleri hafifletme veya fantastik görsel tasarım eksikliği değil. Tekin, global çizgi roman dünyasının tanrılarından eksiği olmayan gerçek bir evren kurucusudur ve evren kurucularını uyarlamak dünyanın en zor işidir. Bir evreni bir yerden alıp başka bir yere taşımak hiç kolay değildir.

Osmanlı’da Saklı Kanat Sesleri: Deli Gücük (Yiğit KOCAGÖZ)

Türkiye’de çizgiroman hep sevildi. Asla anaakım olamadı, asla geniş kitlelerin saygısını kazanamadı ama her dönem takipçisi oldu, muhtaç olduğu sevgiyi gördü. Tamam, sevildi sevilmesine ama mevzu Türkiye’de çizgiroman üretimi olunca hep bir boyunlar büküldü, sesler titrer oldu. Güçlü bireysel çalışmalar elbette ki çıktı, çıkıyor. Ama “Türkiye Çizgiromancılığı” hala yıllarını vermiş ustaların bile kolaylıkla tanımlayabilecekleri bir alan değil.

Ülkemizde çizgiroman üretimi sadece maddi zorluklarla uğraşmıyor. Üretilen eserlerin temalarından tutun anlatım tekniklerine kadar her noktada bir “olmamışlık” söz konusu. Bu durumun sorumluluğunu yazar/çizerlerin üzerine yıkmak ise büyük adaletsizlik olur. Bugün bile büyük çabalarla ve hevesle yayınlanan onlarca fanzini, harcanan yüzlerce litre mürekkebi bir anda silmek olur mu? Asıl sorun, Türkiye’de çizgi hikayeciliğin büyük oranda ihtiyaç duyduğu fantezi ve bilimkurgu algısının (yazar çizer yayıncı ve okur olarak) hepimizde eksik oluşu. Tür hikayeciliği (ister sinemada, ister edebiyatta olsun) gelişememiş bir toplumun çocuklarıyız. Tarihsel gelişimi tür hikayeciliği üzerinden vuku bulmuş bir sanattır çizgiroman, Türkiye’deki ayağı ise bundan yoksun yetişiyor. Bu sebeple üretimimiz çoğunlukla taklide dayalı kalıyor. Ya denenen hikayeler Avrupa/Amerikan örneklerin vasat kopyaları oluyor ya da çizimler özgünlüğü fersah fersah ıskalıyor. Başarısız denemeler en fazla oryantalist sonuçlara ulaşabiliyorlar. Yerli bir üretim olmasa da Türkiye’yi konu alan “The Janissary” bu açıdan ders çıkarılması gereken bir olay idi. DC’nin 2004 yılında bastığı tek sayılık JLA Annual Janissary özel sayısı, bilinçsiz oryantalizmin nasıl büyük facialara kapı açtığının en net kanıtı olarak tarih sayfalarında yerini çoktan aldı.

Türkiye’de fantezi de bilimkurgu da otantik olmaya çabalarken oryantal olma tehlikesi içinde. Bu iplerin çok şeffaf olduğu oyunun zorluğu malum, ama işin üstesinden gelebilen eserler de yok değil. Levent Cantek (Aziz Tuna C.) ve ekibinin sekiz senedir hayat verdikleri Deli Gücük, bu çok nadide örneklerden. 19. Yüzyılda Osmanlı topraklarında geçen karanlık hikayeleri bize anlatan Deli Gücük sadece Türkiye çizgiromanı için değil yerli fantastik edebiyat için de önemli adımlar atıyor.

Deli Gücük, 2005 yılında Tam Macera dergisinde ilk macerasına atılan bir Osmanlı seyyahı. 19 yüzyılın başında doğduğu tahmin edilen seyyahın kökenini bilen yok. Kargalar şahının kendisini kutsadığını da diyen var, yedi karganın taşıdığı kara saçlı bir bebek olarak Anadolu köylüleri tarafından bulunduğu da. Deli Gücük, doğa üstü güçleri ile kah Hicaz’da demiryollarında haydutlarla savaşıyor, kah Selanik ormanlarında mezarlarından kaçmış ölüleri kovalıyor. Adaletsizliği cezalandırmak temel varoluş amacı, öyle ki kendi vicdanı bile gün geliyor ete kemiğe bürünüp Deli Gücük ile hesaplaşmaya kalkıyor. Seyyah’ın gezdiği Osmanlı toprağı ise alabildiğine karanlık bir çağda. Cinler, periler, Doğu mitosunun binbir yaratığı bir yana; gaddar köy ağaları, hançeri kanlı eşkiyalar, irili ufaklı pek çok ordu ve dökülen oluk oluk kan Deli Gücük’ün diyarında rutinin parçası olmuş vaziyette. Çizgiromanı okurken bir imparatorluğun çöküşünün en karanlık zamanlarını Deli Gücük’ün sırtından hiç inmeyen bir karga misali sessizce izliyoruz her sayfada.

Doğu coğrafyasında geçen karanlık hikaye yazmak kolay iş değil. Köklü bir sözlü hikayecilik geleneğine sahip olmamız, konu tür hikayeciliğine geldiğinde ne yazık ki çok bir önem taşımıyor. Materyale sahip olmak ile onu işleyip doğru formata sokmak ayrı olaylar sonuçta. Bu sebeple Deli Gücük ve Osmanlı taşrası hikayelerine ilk bakışta bir önyargı duymamak elde değil. Ne var ki Cantek ve diğer yazarlar, şu ana kadar hazırladıkları antolojilerde dönemin dokusunu taşımak için büyük bir emek sarfetmişler. Okurun Deli Gücük’ün evrenine girerken bir miktar zorluk çekmesi göze alınmış ve hikayeler olabildiğince dönemin Türkçesi ile yazılmaya çalışılmış. Okur gözüyle, deneyimlenen ilk birkaç Deli Gücük hikayesinin ardından bu eski Türkçe üslup cazibesini hissettirmeyi başarıyor.Ancak Deli Gücük’ü oryantal bir güzelleme olmaktan koruyan asıl önemli hamlesi (antoloji albümler olması sayesinde) Geç Osmanlı Dönemi taşrasında irili ufaklı pek çok hikaye ve mekanı bize sunması. Hikayelerin önemli bir kısmında Deli Gücük odak karakter bile değil. Civardaki halkın yaşam mücadelesi, yaşadıkları ilişkiler, Arabistanlı Lawrence gibi gerçek tarihi figürlere ya da dönemin önemli tarihi olaylara yer verilmesi ve abartılardan itinayla uzak durulması çok nadide bir harmoni yaratmayı başarmış. Bir yanda feodalitenin hayatta kalma çırpınışları, öte yandan emperyal güçlerin etkisinin her geçen gün daha da hissedildiği bir dönemden bahsediyoruz. Osmanlı’da yerel güç ağlarının darmadağın olduğu, herkesin kendi kanununu koyduğu bu yıllar, bugün bile sağlıklı bir şekilde analiz edilememiş geç karanlık çağlarımız. Deli Gücük, gerçeği ne kadar yansıtır bilinmez ama bize o dönem için fazlasıyla inandırıcı bir taşra tablosu çizdiğini söyleyebiliriz.

Deli Gücük serilerinin çizgiromancılığımıza katkıları sadece hikaye bazlı da değil. Albümlerin farklı yazar ve çizerlerin eserlerinden oluşan antolojiler olarak çıkması, Türkiye çizgiromancılığında çok da karşılaştığımız bir durum sayılmaz. Deli Gücük antolojilerinin hikaye ve görsellik açısından uyumlu bir bütün oluşturduğunu söylenebilir. Bu tarz antoloji çalışmaları özellikle korku çizgiromancılığı için hayati öneme sahipler ve Deli Gücük serisi bu işi dünya standartlarına uygun kotarmış, hakkını vermemiz lazım.

Her ne kadar Levent Cantek sekiz senede istedikleri kadar yol alamamaktan yakınsa da bugün Deli Gücük üç çizgi antolojiden ve Murat Başekim’in yazdığı bir hikaye kitabından oluşan, kendi külliyatına sahip bir kahraman. Üçüncü albümü (Zifirname) 2013 Mart’ının başlarında yayınlanan Deli Gücük’ü grafik romanlarda ya da belki farklı mecralarda (sinema, televizyon vb) görüp görmeyeceğimizi ise zaman belirleyecek. Hak ettiği ilgiyi toplayabilirse bu gizemli Osmanlı seyyahı Türkiye popüler kültüründe uzun zamandır hissedilen önemli bir boşluğu doldurabilir nitelikte. Vaktinizi ayırmak için sakın şüpheye düşmeyin, Deli Gücük’e ihtiyaç duyduğu şansı tanıyın. Size kazandıracağı pek çok şey olacaktır.

Deli Gücük: Zifirname, Kolektif, Flaneur Yayınevi

 

"Yeter ki İyi Hikayesi Olsun" (Levent Cantek'le Röportaj: Serap UYSAL)


Türkiye'de çizgi roman denildiğinde akla gelen isimlerden Levent Cantek ile çizgi romanın dünü ve bugününü konuştuk. Cantek, kendi deyişiyle 1985 yılından beri çizgi roman alanının içinde, hikâyeleri yayınlanmış, fanzinler çıkarmış, inceleme kitapları yazmış, dergiler çıkarmış. Bir kaç yıldır düzenli olarak çizgi roman eleştirileri yazıyor kitap dergilerinde. Kısa bir süre önce Dumankara isimli, İletişim Yayınlarından çıkan senaryoları ona ait bir grafik romanı da yayınlandı.

Türkiye'de çizgi roman üretimini dönemselleştirmek mümkün mü? Bir "altın dönem" var mıydı sizce?

Yirmi yıl kadar önce çizgi roman tarihimiz hakkında yazmaya başladığımda siyasi tarih metinlerini temel almıştım ister istemez. Onar yıllık dönemler halinde bakmıştım bunu yaparken de. Bugün böyle bir şey yapsam, popüler kültürün bizdeki evrimine bakarak anlatmak daha doğru olur derim. Çizgi roman ticari getirisi olan bir ürün olduğu için satmak zorunda. Sattığı oranda yerli üretim artıyor. Hangi gazeteyi açsanız yerli çizgi ve hikayelerin olduğu, dergilerinin çıktığı talep gördüğü dönem 1955-75 aralığı. Öncesi ve sonrası var ama en yüksek telifler o tarihlerde ödeniyor. O tarihten sonra gazetelerde seyreliyor, mizah dergilerinde çoğalıyorlar.

En önemli çizgi romanlarımıza baktığımızda bariz bir milliyetçilik görüyoruz. Bu da o ticari dengenin bir parçası mı?

Mutlaka. Satmak zorunda olduğunuz için piyasa beklentilerine göre hareket ediyorsunuz. Popüler bir örneği taklit ediyor, kabul görmüş klişeleri tekrar ediyorsunuz. Milliyetçilik ve erotizm ister istemez sık başvurulan unsurlar. Erotizm hakkında bir çalışma yapmak isteyen birisi kaçınılmaz olarak çizgi romanlara bakmak zorunda örneğin. Gazetelerde fotoğraf kullanımı matbaa tekniklerinin yetersizliği nedeniyle sınırlı olunca çizerler ikame edilmişler, onlar da erotizmi bolca resmetmişlerdir. Milliyetçilik de anlaşılır bir şey. Satabilmek için geniş bir kitleye hitap etmeniz, mevcut yaygın değerleri yinelemeniz gerekiyor.

Editöryal bir tercih mi demeliyiz buna?

Geniş anlamıyla evet. Yerli çizgi roman, Gırgır'a kadar önce gazetelerde üretildi sonra kimileri o serüvenleri toplayarak dergi yaptılar. Bri iki istisna dışında çocuk dergilerinde çizgi roman üretilmedi dememiz gerekiyor, yüksek satışlı çocuk dergimiz yok. Gazeteler iyi telifler ödeyebiliyor ve bir devamlılık sağlıyorlar. Ama bunu yaparken gazete yöneticilerinin havayı koklayıp şöyle bir hikâye olsa dediğini sanmayın, yok öyle bir şey. Bir aşk hikâyesi olsun, bir tarihi çizgi roman deyip kestirip atıyorlar. Üreticiler bu bakımdan tek başınalar. Zaman ilerledikçe insan kalitesi de düşüyor. Bırakın entelektüel bir itirazı, yeterli resim eğitimini bile almaz oluyorlar. Anti-entelektüelistler, akademide benim çizdiğimi çizemezler havasında yaşayıp gidiyorlar. Teliflerin düşüklüğü günbegün çizer ve hikâye kalitesini düşürüyor.

Telif temelli bir üretimden söz ediyorsunuz. Telif düşünce, telif alamayınca çizmiyorlar veya daha ucuza çizecek birilerine bırakıyorlar. Bu noktada sanattan söz edemeyiz...Yanılıyor muyum?

Evet, edemeyiz. Bu tabloyu hayal kırıklığıyla değerlendirmek de doğru olmaz. Bizim büyük çizgi romanlarımız Abdülcanbaz, Tarkan, Karaoğlan gazeteler için üretildiler, yaratıcıları gazeteler dışında üretim yapmadılar. Sanat arzusu nasıl olur? Üretimi yapan içinde bulunduğu rutinden, yayın mecrasından, anlattığı hikâyeden sıkılır. Başka bir şey yapmak ister. Bu başka hikâyeyi anlatabileceği bir yer arar, bu öyle bir güçlü arzudur ki bunu yapmasa mutsuz olacaktır. Çizgi roman tarihine baktığımızda her ülkede benzer gelişen bir seyir var. Piyasa nasıl şekillendiyse onun dışına çıkmak isteyen birileri hep oluyor. Bizde böyle bir farklılık mizah dergileri içinde oldu. Kahramanını değil kendi imzasını öne çıkartan, farklı hikâyeler anlatmak isteyen birileri mizahi çizgi romanlardan çıktı. Çizgi roman yapmaya ellili yıllarda başlamış bir kuşaktan bunu beklemek sanki yanlış. Sanatçı itibarı görüyorlar ama çoğunlukla zanaatkâr gibi çalışmışlar çünkü. Çizgi roman adına da tek kalem oynatmıyorlar, kurumsallaşma filan hak getire. Böyle bir dertleri de yok aslına bakarsanız. Hepsi pragmatikler, müşteriye göre kumaşı biçmiş, günü kurtarmışlar.

Bu konuyu biraz daha açalım istiyorum. Çizgi romanlarımız gündelik hayatı ne kadar yakalayabildiler. Popüler olmaları gerektiği için bunu soruyorum.

Bugün mizah dergilerimiz 50-60 bin satışlarla gidiyorlar ve biz onlardan popüler yayınlar olarak söz ediyoruz. Nüfusa bakarsan komik değil mi bu rakamlar? Hayat çok değişti klişesine başvurmasam olmayacak. Anaakım çizgi roman bir dönemin en önemli eğlencelerinden biriydi. Mevcut okurların büyük çoğunluğunu o günlerin nostaljisini yaşayanlar oluşturuyor. Nostaljisi yapılan bir şeyin popüler olma ihtimali yok. 1955-85 aralığında üretilen bir çizgi romanın bugün popüler olma ihtimali de yok. İhtimallerden devam edelim, bir zamanlar popüler olmuş herhangi bir çizgi romanın yeniden popüler olma ihtimali de yok. O yüzden Amerika'da yeniden ve yeniden üretiliyor, revize ediliyorlar. Sorunuza dönersem çizgi romanlarımız popüler oldukları dönemde okuru, sokağı ve zamanı yakalamışlardı. Okura yeni, akıcı veya başka geliyorlardı. Ticari oldukları için söylüyorum bunu. Dünya kadar çalıntı hikayesi, yüzlerce kopya karesi olan, hızla çizilen, üreticisi tarafından bile hatırlanmayan hikayelere yine de sanat diyebiliriz ama epey çekince sıralayarak yaparız bunu.

Okurların nostaljisinden bahsettiniz. Pek çok insan çizgi roman piyasasını koleksiyoncuların ve onlara hitap eden sahafların ayakta tuttuğunu iddia ediyor. 

Rakamlar aksini söylüyor. Sahaflar geçimlerini bu işten sağlıyorlar, koleksiyoncular oralarda benzerleriyle karşılaşıyorlar, mutlular. Bu kötü bir şey değil. Dünyanın her yerinde çizgi roman okuru yaşlandı. O yaşlı okurlar manga okumuyorlar örneğin. Geçen yıl Türkiye'de en çok satan çizgi romanlar mangalar oldu. Demek ki onlar yeniler ve zamanı yakalıyorlar. İtalyan çizgi romanları bizde çok sevilir, Hollywood hayranlık ölçüsünde taklit ederler, western kültürünü yaşattıkları dahi iddia edilebilir. Bakın onlar da işin giderek daraldığının farkındalar. Hollywood western filmlerini pek bulaşmıyor çünkü. Onlar da yeni şeyler deniyorlar

Biz milliyetçi temanın ağır bastığı çizgi romanlar üretiyoruz, İtalyanlar, kahramanı ve kültürü Amerikalı olan çizgi romanlar üretiyorlar. Garip değil mi?

Garip tabii. Piyasa öyle şekillenmiş. Sinema romanı havasında başlamışlar, sattıkça yüksek teliflerle iyi hikayeler ve iyi çizerler bulmuşlar. Bir alan açmışlar, siyasetin ve gündelik hayatın sorunlarının dışında bir kaçış eğlencesi olmuş, tutunabilmiş. Biz çocuklar için çizgi roman üretmemişiz, dünya çizgi romanından en önemli farklılığımız. Mazallah, çocukça bir şey sanılırız diye ürkmüşler resmen. Gazetelerde yayınladıkları için kendilerini gazeteci ve köşe yazarı gibi hissetmişler. Bu kadar erotizm, bu kadar şiddetle yurt dışında yayınlanamaz bizim çizgi romanımız.

Yayınlanan örnekler var ama benim bildiğim kadarıyla. Tarkan, Karaoğlan, Ustura Kemal yayınlanıyorlar değil mi?

Simaviler, gazetelerinin yurt dışı baskılarını da yapıyorlardı: Çizgi romanlarımızın bir kısmı orada da yayınlandılar, onları saymak bana doğru olur gibi gelmiyor. Yalaz'ın Karaoğlan'ı çocuksulaştırarak, mevcut metni yeniden revize ederek Arap Ülkelerine yönelik Fransızca yayınlatması var. Çok sayıda çizer Avrupa ve Amerika'da çalışmalar yaptılar. Daha ucuz çalıştıkları veya erotik işler yapmayı kabul ettikleri için tercih edildikleri de oldu. Eskiden kim neler yapıyor bilmek pek mümkün değildi, artık hepsi aşikarlaştı. Bunları azımsamak için söylemiyorum. Sahiden yayınlanmış bir şey yok. Dışarıda çok büyük bir rekabet var, bizim üreticilerimiz ancak başkalarının hikâyelerini çizerek dış piyasada var olabilirler. Yıldıray Çınar ve Mahmud Asrar bunu yapıyorlar ve iyi de gidiyorlar.

Çizgi romanlarımıza baktığınızda, bu soruyu tarih bağlamında soruyorum. En etkileyici isimler kimlerdi sizce?

Bu soruya bir kaç kez cevap verdim, ezberden söyleyeyim: Bence Karaoğlan ve Abdülcanbaz gerek farklı mecralarda kendilerini varedebilmeleri, gerek devamlılıkları ve zamanı yakalama maharetleri nedeniyle klasik çizgi romanlarımız olarak gösterilebilirler. Sezgin Burak’ın Tarkan’ı özgünlüğü ve sahne kurmadaki ustalığı nedeniyle ilgi çekicidir. Ratip Tahir Burak, hikâyeleri olmasa bile benzersiz deseniyle kendini izlettiren büyük bir ressamdır. Oğuz Aral’ın Utanmaz Adam’ı başarılı hareket senaryoları ve sağlam kurgusuyla Gırgır kuşağına modellik etmiştir. Engin Ergönültaş, yoksulluğu resmederken kullandığı hınzır anlatımı ve edebi görselliğiyle kendinden sonra gelen kuşakları derinden etkilemiştir. Günümüz çizgi romancılarının pek çoğunun onun “paltosundan” çıktığını rahatlıkla söyleyebilirim.

Yakın dönem üretimlerini takip ettiğinizi biliyorum. Nasıl buluyorsunuz albümleri, dergilerdeki işleri...

Bir çırpıda sayılabilecek kadar az üretim var aslına bakarsanız. İpek&Burak çok başarılı bir çalışma, hakeza Fırat ilginç bir iş. Ersin ve Memo'nun ne yaptığını merak ederim. Başka meseleleri var, bunu anlıyorsun. İştah meselesi önemli, iştahını kaybederse ne yapsa tekrar oluyor yapılan iş.

Siz de artık çizgi roman senaryoları yazıyorsunuz, bu isimler olabilir başkaları olabilir siz kimlerden etkilendiniz?

Her çizgiyi takip ediyor ve burada üretilmiş her çizgi romanı mutlaka okuyorum. Her gün mutlaka film izliyorum. İşim gereği çok fazla sayıda dosya okuyorum. Etkilenme meselesi karışık o bakımdan söylüyorum bunları. İnsan 15 yaşında sevdiği bir şeye on yıl sonra farklı bir gözle bakar. Sevmediği şeyi tekrar okuduğunda sevebilir. Ben grafik roman yazmak istiyorum, edebiyata yakın duran işler. Saydığım isimlerden en çok Engin Ergönültaş'a yakınlık duyuyorum diyebilirim.

Nereye gidiyor çizgi roman?

Son soruya geldik galiba. Çizgi roman ölüyor mu soranlar da oldu. Bence mesele iyi hikâyeye dayanıyor. İyi hikâyen varsa okunursun. Türkiye'de çizgi romanın konuşulur olması gerekiyor. Kastettiğim şey sadece popülerlik değil itibar da getirecek bir şeyler olmalı. Artık itibarlı, edebiyata ve insana dokunan işlerimiz olmalı.