Güzelliğin Tuhaflığı (Doğuş SARPKAYA)

Büyük anlatıların dönemi bitti söyleminin yarattığı yanılsamalardan biri büyük edebi eserlerin yazılamayacağı fikridir. Çağın ruhuna nüfuz etmek, toplumsal gerçekliği yansıtmak ve bunu estetik kaygıları göz ardı etmeden gerçekleştirmek olanaksızmış gibi bir hava yaratılıyor. Hızın ve değişimin egemen olduğu bir dönemde kalıcı edebi eserlerin verilebileceğine inanmak ise düpedüz safdillik olarak kodlanıyor.  Oysa çağdaşımız pek çok yazar, bu önyargının kırılmasını sağlayacak çok önemli eserler verdiler. 2010 yılında aramızdan ayrılan José Saramago bu yazarlar içinde önde gelen isimlerden.

Peki,  Saramago’nun özgün ve kalıcı eserler verdiğini düşünmemizi sağlayan ne? İlk cevap, Harold Bloom’un bakış açısını ödünç alırsak, eserlerinin tuhaflık sınırlarını epey aşıyor oluşu. Çağımızda “güzelliğe tuhaflık ekleme” konusunda uzmanlaşmış yazarların başında José Saramago’nun geldiğini rahatlıkla söyleyebiliriz. Bloom, Batı Kanonu eserinde mükemmellikle yüzleşmesinde sıklıkla karşısına çıkan cevabın tuhaflık olduğundan bahseder. “Kanonsal bir eseri ilk kez okuduğunuzda beklentilerinizin karşılanmasından ziyade tuhaf, tekinsiz bir şaşkınlıkla karşılaşırsınız… - Kanonsal eserlerin- ortak noktası onların tekinsizliğidir, sizi alışık olduğunuz yerde, evinizde yabancı hissettirmeleridir”.

Saramago öncelikle biçim konusunda kendine özgü bir tarz yaratarak okuyucunun okuma alışkanlıklarına bir saldırı düzenledi. Uzun paragraflar, sonu gelmeyen ve virgülle ayrılan diyaloglar çok satarların kısa paragraflı yapısına ve derinlik özürlü cümlelerine bir cevaptı. Biçim konusundaki bu özgünlüğün üsluba yansıyışı ise yazardan bağımsız bir anlatıcının metne dâhil edilmesi oldu. Saramago’nun tüm romanlarında karşımıza çıkan anlatıcı, roman karakteri gibi metnin içine sızmayı başarıyordu. Kimi zaman metne mesafeli bir raportörün sesini duyduğunuzu hissederken, kimi zamansa hayat tecrübelerini okuyucu ile paylaşan, anlık olaylara yorumlarını katmaktan çekinmeyen bağımsız bir roman karakterine dönüşüyordu bu anlatıcı.

“Bana bir tekne ver”

Kırmızı Kedi Yayınları tarafından yeni baskısı yapılan Bilinmeyen Adanın Öyküsü Saramago’nun yazma serüveninin kısacık bir özeti olarak okunabilir. Roman, basit bir olay örgüsünün nasıl çok katmanlı boyuta taşınabileceğini ve alışkanlıklar evrenimizden uzaklaştırılabileceğimizi gösteriyor. Kitap, daha ilk cümleden alt-üst, hükümdar-tebaa ilişkisini ters yüz eden bir cümleyle başlıyor: “Bir adam kralın kapısını çalmış ve ona demiş ki, Bana bir tekne ver.” Kitap ilerledikçe kahramanımızın bilinmeyen adayı bulmak için tekne istediğini öğreniyoruz. Ama bu isteği iletmek için kralı ayağına çağırıyor ve kral  isteğini ‘’bürokrasinin işbilir kanalları aracılığıyla iletmeyi reddeden densizin ne istediğini bizzat öğrenmeye karar veriyor. ‘’

Bilinmeyen Adanın Öyküsü  aynı zamanda yaratıcı yazarın, “artık yeni bir şey yazılamaz” diyen kiniklere verdiği güçlü bir yanıt. Saramago, kahramanını bilinmeyen adanın peşine düşürürken, kendi yazarlık serüvenini de masaya yatırdığını hissettiriyor okuyucuya. “Saçma, bilinmeyen ada kalmadı artık… haritalarda bütün adalar var” diyen krala karşı “bilinmeyen ada kalmadığını nereden biliyorsun, kral efendi… bilinmeyen bir adanın olmaması imkansız” diye cevap verirken, özgün bir eserin olanaksızlığını vaaz edenlerle de polemiğe giriyor sanki.

“Kendinden çıkıp kendine bakmak”   

Bilinmeyen adaya doğru yapılacak yolculuk aynı zamanda “kendinden çıkıp kendine bakma” çabasının ürünü,  çünkü “kim olduğunu bilmiyorsan kendin olabilmen mümkün değildir”. Yine de Bilinmeyen Adanın Öyküsü bireysel bir keşif eylemine doğru ilerlemiyor. Bilinmeyen adayı arayacak kişinin bunu tek başına başarması olanaksız; çünkü kahramanımızın koca tekneyle yolculuğa çıkabilmesi için kendisine yardımcı olacak tayfalara ihtiyacı var. Tayfa toplamaya çıktığında aldığı tepkilerin kahramanımızı pes etme noktasına sürüklemesi ile yazarların yaratıcılık buhranları arasında bağlantı kurmamak mümkün değil. Teknesine kavuşan adamın tayfa bulamayınca yaşadığı kararsızlık, inanç kaybı ve umutsuzluk, yeni bir adım atmanın yarattığı korkuyu imliyor diğer taraftan. Çünkü her yeni adımın yaratacağı bu belirsizlik, bilinen dünyanın konforundan uzaklaşmaya sebep olur.

Saramago, bilinmeyenin evrenine tek başına göndermiyor kahramanını. Sarayda çalışan temizlikçi kadının kararlar kapısından çıkıp adamın peşine düşmesiyle öykü başka bir boyut kazanıyor. Bu boyut Saramago romanlarında kadınların hep ayrıcalıklı bir konumda olmasıyla da bağlantılı olarak gelişiyor. Kadınların yaşam karşısında daha dik durduğu ve pes etmeme konusunda daha kararlı olduklarına yapılan bu vurgu çoğu Saramago romanının merkezi olmuştur. Örneğin Körlük ve Görmek’i düşünelim: Her iki romanda da doktorun karısı insanlığın vicdanı haline dönüşerek, tüm yaşananları takip etmişti. Bilinmeyen Adanın Öyküsü’nde ise kahramanımızın yolculuğa tutunmasını sağlayan bir güç haline dönüşüyor temizlikçi kadın. Saramago eril söylemin öngörülemez, dengesiz, hezeyan içindeki kadın klişesini baş aşağı ederek okuyucuyu ters köşeye yatırıyor.

Bilinmeyen Adanın Öyküsü kısacık bir roman olmasına rağmen yazarının dehasını okura gösterebilen bir kitap. Bir masal okuduğunuzu düşünürken;  iktidar, toplumsal cinsiyet, varoluş gibi konular hakkında düşünmeye başlıyorsunuz. Kitabı elinizden bıraktığınızda hissettiğiniz şey ise başka bir dünyanın mümkün olduğu umudu oluyor.

BİLİNMEYEN ADANIN ÖYKÜSÜ, José Saramago, Çeviri: Emrah İmre, Desenler: Birol Bayram, Kırmızı Kedi Yayınları, 2014.

0 yorum:

Yorum Gönder