“Haklı Çıkarsam Çok Eğleneceğiz” (Aylin BALBOA ile Söyleşi: Doğuş SARPKAYA)

Edebiyat dünyası yeni bir yazarla tanışıyor şu günlerde: Aylin Balboa. Sıkı blog takipçileri ve nitelikli edebiyat avcıları uzun zamandır tanıyordu zaten kendisini. Oyuncul, komik ama aynı zamanda okuyucuyu ters köşeye yatıran üslubuyla kendi okuyucu kitlesini yaratmayı başarmıştı Balboa. Hayatı, acıları ya da gündelik olanın içine yerleşmiş klişeleri makaraya alırken, okuyucuyu  kendi içine bakması için kışkırtan Balboa’nın  ilk kitabı Belki Bir Gün Uçarız İletişim Yayınları’nca yayımlandı. İlk yazılarından beri takip ettiğim Aylin Balboa ile kitabı üstüne söyleşmek de bana düştü. 

Öncelikle kitabın türü konusunu sormak istiyorum. Bir öykü kitabı elimizdeki. Ama kolaylıkla roman ya da otobiyografik anlatı kategorisine de sokulabilir. Bu konuda ne düşünüyorsun?

Ben parçalı hikâyeler yazdığımı biliyorum. Bunları sıraya sokmaya çalışırken de bir devamlılık ve bütünlük gözettiğimi. Akışa uygun olmadığı için kitaba koymadığım hikâyeler var mesela. Öykü, roman, anlatı her neyse. Ortaya çıkan teknik sonuca insanlar ne diyorlarsa odur. Kimsenin işine karışmak istemem doğrusu.

Öykülerinde kişisel acıları mizah kalkanıyla savurmaya çalışan günümüz kadını var. Mizah yaşananları savuşturabilir mi sence?

Gayetiyle savuşturuyor bence. Yani meseleyi yok edemiyor tabii ama onunla mesafe açmanı sağlıyor. Ne bileyim işte, kolaylaştırıyor yani. Evreni tek düzlemden düşünmek gibi bir defomuz var. İnsan ölçeğinden başka ölçek bilmiyoruz. Oysa Satürn’ün halkasından ayaklarımızı sallandırarak dünyaya bakmak gibi bir şansımız olsaydı o koca göbekli gezegenin üstünde bırak yaşadıklarımızı, kendimizi bile seçebilmemiz mümkün olmayacaktı. Bu bana çok komik geliyor. Tam ağlayacağım beni bi gülme tutuyor yani. Olan bitenlerin arasında komik şeyler bulursak ölmeyiz. Biz atalarımızdan böyle gördük.

Kitapta en çok kullanılan kelimelerden biri zaman. Diğer taraftan bir derdin de var zamanla: Mesela bir yerde:  “Takvimlere bakarak tayin edilen zaman sadece buz gibi bir matematiktir” derken zamanı  önemsediğin hissediliyor. Lakin  “Oysa ben zamana güvenmem, ne bok yiyeceği hiç belli olmaz” ya da “Zamanı o kadar sevmiyorum ki, bir insan olsa kesin bıçaklardım” cümlelerini okurken düşman kesiliyorsun bariz bir şekilde. Zamanla  derdin ne?

Zamanı çok ciddiye alıyorum ve saygı duyuyorum. Ama onu sevmiyorum. Yatay eksendeki o sabit ve şaşmaz ilerleyişi beni deli ediyor. Bir mekiğin içinde, onun hızına mahkûm bir biçimde hareket etmek zorunda olan canlılarız. Oysa bazen sağa çekip manzarayı izlemek, sevmediğim yerlerden geçerken de gaza basabilmek isterdim. Bunu mümkün kılmaması, bu kadar katı kurallarının olması canımı çok sıkıyor. Sanıyorum kendi zamanım dolana kadar zamanla hep kapışmak zorunda kalacağım. Çünkü yani bi sevimlilik yaptı da ben mi kaçırdım?

Anlatında klişelerden, dilimize yerleşen popüler zırvalardan da yararlanıyorsun. Ama dilin kıvraklığı içinde eriyip gidiyor ve mizah malzemesine dönüşüyor çoğu. Meltem Gürle, acıların etrafında sıkı ayak hareketleriyle dolanıp, okuyucunun böğrüne sıkı yumruklar indiren bir boksöre benzetmiş seni. Ne dersin bu konuda?

Dilin hareketliliğini ve enerjisini çok seviyorum. Kelimelerin birtakım sert manevralara uysallıkla karşılık verebilmesi gücüne hayranım. Bunu arayarak yazıyorum. Gözümün önüne getirdiğim şeyin tam karşılığını vermeyen cümleleri çatır çutur siliyorum. Karşılaştığım kötü metinlerden ders çıkarmaya çalışıyorum. Acının da mizahın da argonun da ölçüsünü korumaya çalışıyorum. Uğraşıyorum yani, eşşekler gibi çalışıyorum. Meltem Gürle yazdıklarım hakkında berbat şeyler de söyleseydi zerrece itiraz etmezdim. Çünkü onun edebi yetkinliği karşısında boynum kıldan incedir, o ne diyorsa oyumdur.

Yekta Kopan, birinci tekil şahısın ciğerini söktüğünü söylemiş. Birinci tekil şahıs anlatımında en çok karşılaşılan şey ise yazılanla yazarın özdeşleştirilmesi sorunu sanırım. Yaşamınla öyküler arasında bağ kuran sorularla karşılaşman kaçınılmaz gibi. Bu tip sorulardan sıyrılma stratejisi geliştirdin mi?


Kitabı okuduğunda annem beni aradı ve Çiş hikayesi için bir kamyon azarladı. Dedi ki ayıp değil mi kızım, çişim geldi yazana kadar tuvalete gitseydin de başka şeyler yazsaydın ya. Mantık gibi mantık valla. Ama ben orada bambaşka bir şey demeye çalışıyorum aslında. Bakın bunlar benim başıma geldi perişan oldum sefil oldum hadi bu yüzden beni çok sevin demiyorum ki. Maruz kaldıklarımız hiçbirimize ayrıcalık tanımaz. Herkes baş etmenin bir yolunu bulur çünkü. "Ben" diliyle yazıyorum diye kendimden bahsettiğim zannedilsin istemiyorum. "Ben" üzerinden birtakım duygu durumlarını anlatmaya çalışıyorum. Mevzulara bakabileceğimiz alternatif açılar göstermeye çalışıyorum. İnsanlar beni ne kadar sevdiklerini anlatan mailler yazmaya başladılar. Teşekkür ederim, ben de sizi seviyorum. Ama metinle ilgili şeyler söylendiğinde daha çok memnun oluyorum.
İronik dil ve kullanılan mizahi kalıplar bir süre sonra yaratıcılığın önünü tıkayabiliyor.

Sonraki çalışmalarına nasıl bir yön vermeyi düşünüyorsun?

İstikametim belli. İkili duygular oluşturan metinler yazmaya devam etmek istiyorum. Kullanılan mizah araçları eskiyebilir ama mizah eskimez sonuçta. Şibumi’yi her okuduğumda gülecek bir şey buluyorum örneğin. Bakınca kitap benim yaşımdan büyük. Ama tutup da Trevanian’a “o esprinin modası geçti moruk” diyemeyiz di mi? Geçmeyecek şeylerin peşindeyim. Becerebiliyorum beceremiyorum ayrı, ama ben bunun peşindeyim. Edebiyatın asık suratlılığına itirazım var. Evet korkunç şeyler oluyor, evet dayanabilmek çok zor oluyor bazen ama eh be kardeşim, yaşıyoruz işte, ölmedik. İnsanlar, kitabın adının bir metafor olduğunu düşünüyorlar ama bu beni deli gibi gösterecek olsa da söylemek zorundayım; ben gerçekten bir gün sırtımızda kanatlarımızın çıkacağına ve uçabileceğimize inanıyorum. Haklı çıkarsam çok eğleneceğiz.



BELKİ BİR GÜN UÇARIZ
, Aylin Balboa, İletişim Yayınları, 2014.

0 yorum:

Yorum Gönder