İsyanın Devrimci Bilgisi (Mustafa ÇEÇEN)

Ertuğrul Kürkçü, Sosyalizm ve Toplumsal Mücadeleler Ansiklopedisi’ne (STMA, 1988) yazdığı makale ve maddeleri, İsyanın İzinde adlı kitapta bir araya getirdi. Bu çalışma, STMA’yı, yeni gelmiş devrimci kuşaklara yenilmiş devrimlerin bilgisini sunmak yanında, kapitalizme karşı hareketlerin kendi tarihleri olduğunu da hatırlatan bu büyük çabayı hatırlattığı için önemli… Haziran Günleri, gösterdiği onca şey arasında bu anlamdaki bir isyan bilgisinin ne kadar önemli olduğunu da, geçmişin kılıklarını duraksamaksızın giydiğinde, göstermiş oluyordu.

Makaleler, bir ansiklopedi maddesi olarak “kaynak” gerçekten; ezilenlerin kapitalizm öncesinde Türkiye’de, kapitalizm sonrasında dünya ve Türkiye’deki mücadelelerinin, tarihsel-maddi nedenlerini, ezilenlerin kendi yakın ya da uzak hafızalarından hangi kılıkları giydiklerini, hükmedenlerin onları nasıl gördüğünü, isyanlarının isyan edenlere nasıl göründüğünü, ezilenler cephesinin bütün taraflarının görüşlerini bir özet biçiminde içermesi; özetle, Baba-İshak’tan Dev-Genç’e isyanın izini sürmesi bakımından duru bir kaynak: Kürkçü’nün bir “ansiklopedi yazarı” olarak maharetini de gösteriyor bize, sorunu bir berraklık düzeyinde kendi özüne, tarihsel hakikatine iade ederek, başka bir yazarın yüzlerce sayfada tüketemeyeceği bir sorunu, birkaç sayfada berraklığı içinde ele alabilmektedir.

Ama bu kitap, Kürkçü’nün bugünkü siyasal pratiğinin ipuçlarını daha o zamandan güçlü bir şekilde içeren bazı çözümlemelerini görünür kıldığı içinde önemli göründü bana: Kendisi de bir “isyancı” olan Kürkçü’nün, kendi modern isyanının köklerini ve süregidecek isyancı eyleminin geleceğini, bu makalelerde görüyoruz.

Eşitlik ve özgürlük

Kürkçü, yapıtında, “…modern burjuva uygarlığında doruğuna varan insan ile doğa arasındaki yabancılaşmanın, insan benliğinin işbölümü ve uzmanlaşma ile parçalanışının, insan çalışmasının insanın kendi üzerindeki tahakkümünün kaynağı halini alışının, insan bilgisinin cehaletin, zenginliğin yoksulluğun nedeni haline gelişinin ortak bir hikayeye; sınıfsız bir toplumdan sınıflı bir topluma, devletsizlikten devlete geçişe dayandığını” bize gösteriyor (2013, s.134).

İnsanlığın kaybettiği iki şey, ilkel komünal biçimiyle de olsa, eşitlik ve özgürlüktür. İşte isyancı, her sınıflı toplumda bu yitirdiklerini geri almak için, insan düşünü dinsel bir biçim aldığında Batini görünümler edinen, modern çağda proletaryanın siyasal programında karşılık bulan komünal/eşitlikçi itirazların taşıyıcısıdır. Anadolu’da bir göçebe demokrasisinin ilkel eşitlikçi özlemi ile Selçuklu iktidarına isyan eden Babailer isyanı başka nedir? Ya proletaryanın modern isyanı? O, kendinde insanın yitişini gören bir sınıfın, kapitalist sömürü ve tahakküme karşı özgürlük ve eşitlik arayışı değil midir?

Che’nin çağrısı…

O sınıfın, proletaryanın bir devrimcisi olan Kürkçü, duru biçimde, proletaryanın isyanını, ezilenlerin tarihsel isyanlarına bağlayarak, sınıflı bir toplum olan kapitalizmin aşağıdan devrimci mücadeleler olmaksızın, örneğin, tedricen kapitalist devlet ele geçirilerek ya da ıslah edilerek aşılabileceğine dair yaklaşımların ezilenler için nasıl felaketler doğurduğuna dair dersler verir. İşte bu da modern isyancının, ta ilk sınıflı toplumlardaki ezilenlerin isyanından öğrenmeye devam ettiği tarihsel bir hakikattir: Devletli bir uygarlığın, insanlığa özgürlüğü getiremeyeceği bilgisi…

İsyanın İzinde hakkında söylenecek çok şey var. Çünkü, her biri ayrı bir tartışmayı açan, ancak bir isyancının kendi tarihi ve eylemi hakkında eylemi içinde süzerek biriktirebileceği türden, çok şey söylüyor: Osmanlı’dan Türkiye Cumhuriyeti ve Mustafa Kemal’e, Yön ve TİP’ten Dev-Genç’e, Enternasyonal’deki bölünmelerden Troçki ve Stalin’e, Küba Devrimi’nin özgüllüklerinden, Ho Chi Minch’e, Castro’nun devrimci özgüllüğünden, Türkiye’de silahlı mücadelenin Che’nin çağrısını duyarak nasıl başladığına, THKP-C’ye ve Che’nin evrensel çağrısının gerçek anlamına… dair çok şey.

O çok şey, Che’nin evrensel çağrısında birleşiyor sanıyorum: Kürkçü, maddi gerçekliğin Marksist çözümlemesinin modern isyan için taşıdığı önemini inkâr etmemekle birlikte, Marksist kuramın genelde reformculuğa varan “bilimsel” görünümlü iktisadi belirlenimciliği ve sınıf indirgemeciliği karşısında somut isyanın zenginliğini tercih edeceğini, söylüyor bize. İnsanlığın kaybettiği ilkel özgürlük ve eşitliğinin peşindeki isyanının tüm sınıflı toplumların gerçeği olduğunu, geçmişte var olduğunu, bugün devam ettiğini ve komünist ütopya gerçek kılınana kadar var olacağını bir daha hatırlatıyor. Haziran Günleri’nde genç kuşakları isyanın peşine düşüren de despot devlet karşısında, bu büyük tarihsel arzu değil miydi? Bunu yaparken, kapitalist sömürüye karşı eşitlik, kapitalist tahakküme karşı özgürlük mücadelesinden çıkardığı 20.yy derslerini de paylaşmaktan çekinmiyor.

Ertuğrul Kürkçü
İsyanın İzinde,
Dipnot Yayınları,
2013.

Dönüyordu (Tuğba GÜRBÜZ)

Time never dies. The circle is not round

Alice Munro, hikâye anlatmayı eve benzetir.

“Öykü, takip edilecek bir yol değildir. Bir eve benzer. İçine girip bir süre orada kalır, sevdiğiniz yere oturur, odaların ve koridorların bağlantılarını, dış dünyanın pencereden nasıl göründüğünü keşfedersiniz.”

Aile Çay Bahçesi'ni bu duygularla okudum.

“Öyle şeyler anlatırdım ki sana, tek kelimesi aklını başından alır,” dedim.

İçimden.

Yine de bir şey duymuş gibi döndü baktı Çiğdem. Kayalığın tam ucunda duruyordu. Dalgalanan saçlarının arasından bir bulut geçti.

Kapıyı açtım. İçeri girdim. Beni tam olarak neyin beklediğini bilmiyordum. Kısa, çok kısa hikâye tadı bırakan bölümleri okuyarak bol odalı evi adım adım dolaştım. Her bir odada Müzeyyen'in, annesinin, onu büyüten Müzehher teyzenin, babaannenin, babanın, Çiğdem'in, Özlem'in hayatından kesitler vardı. İlerledikçe karanlıklar aydınlandı. Belki de gözüm karanlığa alıştı. İnsan karanlıkla bir kez tanıştı mı, bir daha istese de kurtulamıyor ondan.

Ben Müzeyyen'i tanıdım ve çok sevdim. “Karanlık ama hepimizin ezbere bildiği bir bahçenin” binlerce yaralısından biri o.

Halının üzerindeki yılan, bir kez görünmez oldu mu, akrebi ya da akrebin getireceği kötülükleri evden uzak tutmak mümkün değil. Kardeşinin doğduğu, annesinin öldüğü dünyada daha fazla iyi olmasına gerek yok. Kötü bir kız artık. Kumlu ayaklarıyla yatak odasına kadar giren, reçelli bıçağı yalayarak temizleyen, televizyon izlerken kıçını kaşıyan, kardeşiyle ilgilenmeyen, babaannesini üzen kötü bir kız.

Sinan abiyle yaşadıklarının ardından içinden yeni bir Müzeyyen çıkarabileceğini, her istediğinde kabuğunu geride bırakıp kaçmanın bir yolu olduğunu öğrenen, çocukluğunun karanlık bahçesine geri dönüp bakamayan, hesap soramayan yaralı bir kız.

Yıllar sonra babalarını ölüme uğurlamak üzere bir araya gelen iki kız kardeş...

Pazarlıkla karar verilmiş bir evlilikten, topuğu kırık bir düğün ayakkabısından, çamaşır suyu kokan ellerden, rakı kokan ağızlardan, gözü düğme burnu iplik bir örgü bebeğin intiharından, hayatı altüst eden bir kız kardeşten öte bir şeyler var mı bakmaya, sorular sormaya cesaret eden

Müzeyyen ve şekerli sesiyle herkesin sevgilisi olmayı başarmış, babasının sarı, çirkin tırnaklarının kendisine değmesinden rahatsız olmayan, söylenmesi gerekenleri her zaman söyleyen Çiğdem...

Çiğdem'in rakı sofrasında yaldızı soyulan, şeker pembesi olmayan hayatı, yalnızlığı, ablasının kayıtsızlığı, arkasını dönüp gidişi, onu hiçbir zaman sevmediği gerçeği...

Müzeyyen ne masaldaki cadı ne de romandaki vampir...

Annesiz ve babasız büyüyen iki kız kardeşten biri...

Ne daha iyi ne de daha kötü...

Bir ezgisi var bu kitabın. Seziyorum. Adı dilimin ucunda. Bulamıyorum. “Sormak yetiyor bana. Cevap bulmakla zaman kaybetmiyorum.” Okumaya devam ediyorum. Saniye kolu hızında okuyup bitiriyorum. Bir daireyi yürüyorum yazarla beraber. Adım adım... Başladığım yere getirip bırakıyor beni. Ancak ne hikâye ne ben aynıyız. Göz kırpıyor uzaklaşırken. Oynadığı oyunu anlıyorum.

“Mutlu çocuklar olamaz mıydık sence?”

AİLE ÇAY BAHÇESİ, Yekta Kopan, Can Yayınları, 2013.

Yeni Bir Okuma Deneyimi: Güneş Çavması (Ayten SÖNMEZ)

Kitabı elime ilk aldığımda 200 sayfalık romanlara “çok uzun” diye burun kıvıran öğrencilerimi anarak “bu kitabın hiç ama hiç okunma şansı yok” demiştim içimden ancak kitabı okuma sürecinde bu görüşüm tam tersi bir istikamette seyretti. Çünkü bu kitabın yeni kuşakların sevebileceği bir yalınlığı var.

Senaryo tekniğini kullanan bu metin oldukça yalın bir şekilde insan ilişkilerine, ölüme ve hayata dair insan hikâyeleri sunuyor. Aslında yalınlığı bir yana bence gençlere çok cazip gelecek bir okuma deneyimi de sunuyor, roman boyunca karakterlerin dinledikleri şarkıları duymak üzere okumayı bölüp adı geçen müzikleri internette tıklama ihtiyacı hissediyorsunuz. Kitapta karakterlerin ruh haline ve olaylara eşlik eden bu müzikler oldukça çeşitli bir müzik zevkini yansıtıyor. Bu müzik listesinin yanı sıra metinde doğrudan gönderme yapılan film ve kitaplar da merak uyandırıyor. Dolayısıyla bu metin gençlere oldukça rafine okuma, izleme en çok da dinleme listeleri sunuyor.

Geçtiğimiz günlerde kaybettiğimiz öncü yazar Doris Lessing “Ben başlangıçta yazarlığı düşünmedim, sadece nasıl kaçacağımı planlıyordum” demiş. Güneş Çavması ise bir kaçıştan ziyade yüzleşmek, kaçmamak, kaçmadan karşılaşmak için yazılmış bir metin. Öyle ki yazmak adeta bir ferahlama, kendini açma ve ortaya koyma. Bu nedenle de yazarın “Dünya Varmış” mahlası yazarı temsil ettiği kadar romanın alt başlığı gibi de okunabilir. Güneş Çavması’nı okuyup bitirince sanki “bu metni yazdım, oh dünya varmış” gibi bir hisle yazıldığını hayal ettim. 1909 Adana Olayları sonrasında “yazmazsam çıldıracağım” diyerek tanıklıkları kaydeden Zabel Yesayan’ı; “yazmasaydım deli olacaktım” diyen Sait Faik’in ben-anlatıcısını; 1980’nin o travmatik günlerinde yazmanın iyileştirici etkisine atıfta bulunan Latife Tekin’i hatırlayarak …

Bu metin çok güçlü ve canlı gözlemler içeriyor, hep başkalarını gözetleyip onlar hakkında konuşan komşu teyzelere dair gözlemler özellikle başarılı. Adeta bu teyzeler tarafından hayatı boyunca gözetlenmiş ve hakkında konuşulmuş birinin intikamı söz konusu. Ancak bu intikamın karikatürize etmeden, yargılamadan alındığını belirtmek gerek. Dedikodularıyla en çok da başka kadınları inciten bu kadınlar aynı zamanda içinden küsen, küsmelerini içine saklayan, incinen kadınlar. Yegâne iktidar konumunun birinin karısı, birinin annesi olmak olduğunu belleyen ve var gücüyle bu iktidarsız iktidar koltuğuna oturmak için kaynanayla, görümceyle, öteki kadınla sürekli ve sürekli kavgaya tutuşmaya hazır bunu yaparken de sürekli kendini reddeden, kendini ancak “bir erkekle var eden” yani kendini yok eden kadınlar.“Mış gibi yaşayan kadınlar”ı ve tabii erkekler. Böyle yaşayan kadınlar ve erkekler tarafından büyütülen çocuklar. Sevilmek için kendini kabul ettirmek için kendini reddedenler. Bu dünyada “kendine uğramadan” yaşayıp gidenlere dair hikâyeler içeriyor bu roman. Bununla birlikte çok umutlu; “ezber dolu hayatlar”ımızı sorgulamaya, ezber bozmaya davet eden ve bunun için de cesaret veren bir kitap. Birbirine ayna tutan dostlukları hatırlatan; ölüme, mutluluğa, özgürlüğe dair düşündüren ve hayatımızı yaşama biçimimize farklı pencerelerden bakmamızı sağlayan bir kitap.

Çocuksu saflığı, doğallığı, hesapsızlığı ve en önemlisi mizahı barındıran bu kitap, çocuklara yönelik söylemlerin içerdiği şiddeti, masallar yoluyla belletilen ezberleri, “Büyüklerin gücünü…Küçüklere kendilerini ne kadar güvensiz, ne kadar suçlu hissettirebileceklerini” eleştiriyor ve bunlara alternatifler öneriyor. Özellikle kitabın ana karakteri Handan’ın anneannesinin uydurduğu ama çok ünlü uydurma yazarlara atfettiği çocuk masallarının sayısının arttırılarak çocuk kitabı olarak yayımlanmasını şiddetle arzu ediyorum. (Yazara ve yayıncıya öneri!)

Kitabı okurken romandaki karakterlerle içten içe tartışmamda en çok sesimi yükselttiğim yer ideolojilerin tartışıldığı kısımlardı. Bu naifçe edebiyatı (sanatı) ideolojiler üstü bir yere koyup bunun da ideolojik bir tavır olduğunu görmeme yanılgısına denk düşüyor. Örneğin kitap kapitalizm eleştirisi barındırsa ve adeta feminist bir kişisel bilinçlenme romanı işlevi görse de kitaptaki ana karakterlerden Mecnun üzerinden tüm “izm”ler tek bir sepete konarak toptan reddediliyor. Tabii bu noktada metin “izm”leri eleştirirken aslında bunlara dayalı örgütlü yapıları, örgütlülüğü de eleştiriyor. Bu yapıların bireyi yok eden ve baskı altına alan, bazı ezberleri yıkarken başka ezberler dayatabilen yönüne dair çok doğru göndermeler var metinde, ancak örgütlülüğü reddetmek yerine alternatif örgütlenme biçimlerini hayal etmek de mümkün olabilir. Çünkü birçoğumuz için “ezber dolu hayatları”mızdan sıyrılıp başka kapıları açmanın yolu belki de ancak örgütlenmekle mümkün. Baskıcı söylemlerin gayet örgütlü ve sistematik bir biçimde hayatlarımıza, bedenlerimize ve bireyselliğimize saldırdığı bir dünyada yaşıyoruz. Ve dolayısıyla bu ahval ve şerait içinde ancak örgütlenerek, birbirimize dayanarak hayatlarımıza, bedenlerimize, kendimize sahip çıkabiliriz. Muhtaç olduğumuz kudret damarlarımızdaki asil kanla değil kendimizle, birbirimizle barışmayla, dayanışmayla mümkün. Bu kitabın benim açımdan çok umutlu bir kitap olması ihtiyaç duyduğumuz dayanışma ve örgütlenme modellerine ilham verecek hayatlar, hikâyeler, bakışlar içermesinden kaynaklanıyor( Oh! Korsan bildirimi de sundum. Dünya Varmış!)

Hayata dair düşünmeye ufak ufak cesaret edenlere önerilebilecek bir kitap, yeni bir okuma deneyimi. İyi seyirler…

GÜNEŞ ÇAVMASI, Dünya Varmış, Epsilon Yayınevi, 2013

Acı Bir Serüven Olarak Bireyselleşme (Aysel SAĞIR)

Birey olmak ya da bireyselleşme, bir insanın doğumuyla birlikte başlayan bir süreç. Ancak, nedir birey olmak? Kimlere birey deniliyor? Her insan aynı zamanda bir birey değil midir? Soruları çoğaltmak mümkün, zira birçok insan, birey olma sürecini tamamlayamadan, hatta bunun bile farkında olmadan yaşamın içinde debeleniyor. Birey olma, kişiyi tamamlayan ana benlik olarak onu yaşamının sonuna kadar takip eden bir zorunluluk. Aynı zamanda korunması gerekiyor. En önemlisi de toplumsal sonuçlara yol açıyor. Hatta daha da önemlisi toplumsal sistemlerin kilit noktasını oluşturuyor.

Edebiyatımızda Bireyselleşme Serüveni, birey olgusu gibi derin alanın bir bölümünü analiz etmesi açısından önemli. Fatma Erkman-Akerson’un derlediği çalışma, Yeditepe Üniversitesi Türk Dili ve Edebiyatı Bölümü’nde okuyan Yağmur Can, İpek Ergönenç, Gözde Karabulut, Sena Sürmeli, Mine Tükenmez ve Miray Yağan’ın bitirme tezlerinden oluşuyor. Tekrar birey olgusuna dönersek, birey olmak; insanın kendinin farkında, değerlerinin bilincinde olması, kendini kontrol edebilmesi, özeleştiri yapabilmesi, kendi kararlarını alarak hayatına yön vermesi gibi daha da genişletilebilecek saikleri gerektiriyor. Ancak, bu son derece doğal, son derece gerekli olan süreci herkes niye yakalayamıyor? İçinde yaşadığımız toplumu göz önüne aldığımızda, aynı zamanda sorunsallaşmış bir alanla da karşı karşıya olduğumuzun altını çizmekte yarar var. Bireyselleşme sürecinin edebiyata nasıl yansıdığı konusu tam da burada can alıcı bir noktada duruyor.

Diğer bir sorunsal durum da, kadının bireyselleşmesinin önündeki engeller anlamında biçimleniyor. Bu engellerin ise neler olduğunu söylemeye gerek yok. Zira Türkiye toplumlarında kadının bireyselleşme tarihiyle toplumsal, sosyal gelişme arasında birebir ilişki yok. Ama kadının, aynı zamanda da erkeğin bireyselleşme sürecini hızlandıran etkenler bulunuyor. Buradan hareketle, kadın yazarların metinlerinde öne çıkan kadın karakterlerin birey olma çabalarında bu daha da net görülüyor. Metnin özellikle kadın kimliğinin irdelendiği bölümünde ele alınan yapıtlar, 1899’dan 2010’a kadar olan süreci kapsıyor. Buradan bakıldığında da söz konusu zaman kesitinde, ne türden dönüşümler yaşandığı ve bu dönüşümleri nelerin beslediğiyle ilgili başka analizlere de kapı açacak bilgiler uç veriyor.

Metres’ten, Sis ve Gece’ye…


Erkek yazarların, erkek karakterlerinin bireyselleşmesiyle ilgili sürecin takibi ise, Hüseyin Rahmi Gürpınar’dan (Metres-1900) başlayarak, Ahmet Ümit’e (Sis ve Gece-1996) kadar uzanıyor. Ancak tahmin edileceği gibi kadın ve erkeğin bireyselleşme süreciyle ilgili evreler iki farklı yerde durup, iki farklı gelişim çizgisi izliyor. Birey olgusunun sanayileşmeyle birlikte ortaya çıkarak, gelişen bir durum olduğunu düşünürsek, Asya toplumlarında, -tabii özellikle de bizde- söz konusu bireyleşmenin ne türden bir seyir izlediğini göz önüne getirmek hiç de zor olmuyor. Bu noktada da tekrar, özellikle de kadının sorunsal bir yerde durduğunun altını bir kez daha çizmekte yarar.

Diğer bir yandan, romanla-kentleşmeyi eş bir süreç bağlamında düşünürsek, Edebiyatımızda Bireyselleşme Serüveni’nin son derece ironik bir durum oluşturduğunu söylemeliyiz. Zira kentleşmeye geç kalmanın beraberinde getirdiği arıza(lar)ın arasında, bizdeki romanın başlangıç ve gelişme döneminde yaşanan aksaklıklar başı çekiyor. Bunların başında Batı’daki roman taklitçiliği geliyor elbette. Ama daha önemlisi de mevcut toplumsal ya da kişi gerçekliğinin birebir romana yansıması.

Böylelikle, edebiyattaki bireyselleşmenin toplumdaki bireyselleşme gerçekliği olduğu şeklinde bir tespitte bulunmamız hiç de zor olmuyor. Yani metni, toplumdaki bireyselleşmenin serüveni olarak da okuyabiliriz. Zira Fatma Aliye, 1899’da Udi’yi yazdığında, kitabının ana karakteri Bedia’ya da, dönemin kadına biçilen en üst toplumsal değeri üzerinden rol veriyor. Elbette ki Fatma Aliye (1862-1936) Osmanlı İmparatorluğu’nda “kadın sorunu’nu romanlarında tartışan ilk Müslüman Türk kadını romancı olması bakımından” oldukça önemli bir yerde duruyor. Udi’ye gelince, kitabın kahramanı iyi eğitim almış bir Osmanlı ailesinin kızı olarak, her ne kadar ailesi altmış yaşındaki zengin tüccar Şem’i ile evlenmesini istese de, o Mail Bey’i tercih ediyor. Bir süre sonra Mail Bey’in kendisini aldattığını öğrenen Bedia, en sonunda bu evliliği noktalıyor. Ve hayatına da duygusal, cinsel hayatını sıfırlayarak, çok iyi çaldığı ud’uyla devam ediyor.

Kadın olmakla insan olmak arasında

Ud dersleri vererek yaşamını “iffetli yoldan” sürdüren Bedia, bir süre sonra da hayata veda ediyor. 1912’ye geldiğimizde ise Halide Edip Adıvar’ın kitabına ismini verdiği Handan’ın da benzeri süreçleri yaşadığını görüyoruz. Ardından, Şükufe Nihal’in karakteri (1938-Yalnız Dönüyorum) Yıldız da aynı türden bir sonuç yaşıyor. Zira söz konusu kadınların çıkmazları, “bireyselleşme ve bağımsızlaşmayla, yani insan olmakla kadın olmayı bağdaştıramamaları” oluyor. Ta ki, 1968’e gelene kadar. Sevgi Soysal, Tante Rosa’da (1968), diğer üç romanda çizilen kadın karakterlerin durumlarının da içinde olduğu (soyutlama düzeyinde) çoğul kadın portreleri çiziyor. Tabii eleştirel bir bakış açısını da metnin odağına oturtarak.

Tam da burada, söz konusu yapıtla birlikte siyasallaşan, farklı insan ve kadın vizyonundan bahsetmek gerekir ki, bu da bizi Türkiye’nin -kısmen de olsa- rönesansı, 68’ hareketine götürüyor. Aynı zamanda da Türk edebiyatındaki karekterlerin bireyselleşme serüveninden toplumun önemli bir kesiminin sosyal, siyasal sıçramalarına giden bir yol bulunuyor. Sosyal-tarihsel süreci, metinde öne çıkan karakterler bağlamında düşünüp, yerli yerine yerleştirdiğimizde ise, söz konusu tablo zaten kendiliğinden oluşuyor.

Anneyi aşa(maya)n erkekler

Ancak erkek kahramanların bireyselleşme süreçleri kadınlardan farklı bir seyir izliyor. Erkeklerin yaşama kadınlardan bir sıfır önde başlamaları aynı zamanda bireysel kimliklerini doğru algılamalarının önünde engel oluşturuyor. Kitaba konu olan karakterleri incelediğimizde, erkeklerin bireyselliklerinin önündeki en büyük engel, anneleri oluyor. Hüseyin Rahmi Gürpınar Metres’te (1900), annesiyle metresi arasında kalmış erkek tipini Hami Bey karakteri üzerinden bunu görünür kılıyor. En azından, Osmanlı ailesine mensup, Paris’te “alafranga” eğitim almış erkek tipolojisi, 1950’lere kadar edebiyatın erkek karakterleri olarak baş köşeyi işgal ediyor. Zira anne olgusu, hemen hemen tüm erkek karakterlerin bireyselliğini tehdit eden bir nitelik arz ediyor. Ta ki, Yusuf Atılgan’ın Anayurt Oteli’ndeki Zebercet (1973) karakterine kadar. Ancak Zebercet, topluma ayak uydurmak istediği halde bunu başaramayan yalıtılmış bir tiptir.

Oğuz Atay’ın Tehlikeli Oyunları’ndaki (1973) Hikmet ise, toplumun dayatmalarına karşı gelerek birey kimliğini koruyacaktır. Tam da burada birey ve toplum karşıtlığı çıkar karşımıza ki, bu da kitabın başından itibaren kadın ve erkeğin bireyselleşme serüveninde geldiği -ama devam edecek- son nokta olarak çıkıyor karşımıza. En önemlisi de, mücadele gerektiren bireyselleşmenin tarihiyle, acının tarihi yana yana duruyor.


EDEBİYATIMIZDA BİREYSELLEŞME SERÜVENİ
Der: Fatma Erkman-Akerson
Ayrıntı Yay. 2013, s, 216

Anlatılan Bizim Hikâyemizdir (Uğur DEMİRHANLI)

Memlekette iyi şeyler de oluyor. Mesela, son yıllarda hemen her kitapçıda kendi özerk raflarını dolduracak kadar çok sayıda popüler bilimsel kitabın yayınlanması gayet iyi bir şey. Alfa, Metis, İletişim, Aylak Yayınları bu alanda hatırı sayılır sayıda eseri okuyucuya sunuyorlar; Richard Dawkins’in kitaplarını basan Kuzey Yayınları’nın da hakkını yemeyelim. Popüler bilimsel yayınları, hem de kamu eliyle yayınlayıp, anlaşılmaz gelen birçok konunun zihinlerde aydınlanmasına yardımcı olan bir zamanların TÜBİTAK Yayınlarını ise “öncü” olarak ilan etsek kimsenin itirazı herhalde olmaz.

Dini ya da parapsikoloji içerikli, safsata yüklü yayınların bilimsel kitaplara göre sayı ve çeşit bakımından ezici üstünlüğünün olması tam da günümüz Türkiye’sinin düşünsel ortalamasını da yansıtmıyor mu? Her şeye rağmen, popüler bilime olan ilginin artmasının, dinsel düşüncenin ve her türlü safsatanın toplumda yukardan aşağı şekilde, “devletin yeni sahiplerinin” marifetiyle yaygınlaştırılmasına duyulan tepkiyle doğrudan ilgisi olsa gerekir.

Bu mevzu başka bir yazının konusu olsun, ben size birbirleriyle bağlantılı diyebileceğimiz iki kitaptan söz edeyim. İş Bankası Kültür Yayınları Tarih Dizisi’nden çıkan “Dünyanın En Güzel Tarihi” ile “Hayvanların En Güzel Tarihi” isimli kitaplardan. Öncelikle kitapların yazım tarzından başlayalım. Ortalama insanların üzerinde ahkâm kesemeyeceği kadar sınırlı bilgi sahibi olabildiği bilimsel bir konuyu merkeze koyup, bu konuyu çeşitli yönlerinden ele alabilecek ama bunu yaparken de herkesin anlayabileceği bir dilde konuşabilecek uzmanlarla uzun söyleşiler yapmışlar. “Dünyanın En Güzel Tarihi”nde mesela “Büyük Patlama”yı, Evren’in ortaya çıkışını ve ardından Dünya’nın oluşumunu bir astrofizikçi, Dünya’daki canlı varlıkların gelişimini bir biyolog ve en nihayetinde insanın evrimini de bir paleontolog anlatıyor. Kronolojik bir sırayla ve orta öğrenim görmüş olmanın yeterli geleceği bir bilgi düzeyine hitap eden bir anlatımla üstelik.

Yine benzer şekilde, “Hayvanların En Güzel Tarihi”nde de hayvanların ortaya çıkışını bir paleontolog-antropolog, evcilleştirilmeleri ve insanlarla kurdukları ilişkinin tarihini bir antropolog ve insanların zihninde ve kültürlerindeki yerlerinin gelişimini ise bir etolog-psikolog anlatıyor. Tabi ki bu anlatıcıları sorularıyla yönlendiren ve konunun okuyucularca daha anlaşılır hale gelmesini sağlayan, işinin ehli birer röportörü de atlamayalım. Tüm bu söyleşileri gerçekleştirenlerin Fransız olduğunu da ekleyelim.

Kitaplar hakkında fazla detaya girmeyeceğim. İkisi de kalın sayılmazlar (160 sf. + 191 sf.) Söyleşi formatında oldukları için son derece rahat okunuyorlar. Çevirilerinin de gayet iyi olduğunu söylemeliyiz. Bunların dışında ele aldıkları konular hakkında ilgiyi kışkırtacak niteliğe de fazlasıyla sahipler. Konuya uzak olanları ise en azından başlangıç seviyesinde bilgilendirmeyi de başarıyorlar. Mesela köpeklerin insanlar tarafından evcilleştirilen kurtların soyundan geldiğini “Hayvanların En Güzel Tarihi”nden öğrendim. İnsanların gelişim ve evrimini anlatan birçok kitap olmasına rağmen, özel olarak hayvanlara eğilen popüler nitelikli eser Türkçe de pek yok. Bu açıdan da okumaya değer.

“Dünyanın En Güzel Tarihi” ise bence başka bir güzellik içeriyor. İnsanlık olarak, ta “Büyük Patlama” denen başlangıç noktasından bu yana meydana gelmiş ve gelmekte olan ne varsa hepsinin, bu muazzam sürecin bir parçası ve sonucu olduğumuzu bize hatırlatıyor. Yani salt safsatalardan uzak durmamızı değil, kendimizi çok mühim ve emsalsiz varlıklar olarak görmemize neden olan egolarımızı da mümkün mertebe kontrol altında tutmamızı da, yazmasa da, anlattıklarıyla öneren bir kitap bu. On beş milyar yıldır devam eden akıl almaz bir altüst oluş ve varoluşun minicik parçalarından başka bir şey değiliz. Evrendeki tüm hareket ve madde ile hemhal olup bugüne gelmişiz. Bu nedenle de anlatılan bizim hikâyemizdir.

Son bir not ise, eğer bu iki kitabı severseniz, tamamlayıcı nitelikteki “İnsanın En Güzel Tarihi” ve “Yerkürenin En Güzel tarihi” diye iki kitap daha var. Onları da öneririm.

İnanılmaza İnanmak: İnanışların Evrimsel Kökenleri (Aysu UYGUR)

Kabilenizle savanayı keşfe çıktınız (Doğru, her gün yaptığınız bir şey değil). Bir nehir kenarına geldiniz, karşıya geçmeniz lazım. Hep beraber nehre mi atlarsınız yoksa hep beraber bir sal mı yapmaya başlarız? Bundan yüzbinlerce yıl önce ilk insanlar sal yapmayı seçti ve muhtemelen bugün dünya üzerindeki konumumuzu bu tercihe borçluyuz.

Sal yapmak, ateş yakmak, yemeklerin taşınabileceği kaplar örmek veya balta yontmak, kısacası, alet yapabilme yeteneği, artık hepimizin bildiği üzere insanlık için teknolojinin başlangıcı ve insan evriminde önemli bir dönüm noktası. Alet yapma yeteneğinin gelişmesi, beraberinde bir dizi bilişsel yenilik de getirdi. Birçok evrimsel biyolog, bu konuda fikir birliği içinde. Ve birçok evrimsel biyolog, bu konuda o kadar fazla popüler bilim kitabı yazdı ki, bu külliyata aşinaysanız artık bir tanesini daha okumak istemezsiniz. Fakat “İnanılmaza İnanmak”, diğerlerinden farklı. Çünkü insanlığın evrimsel gelişiminin şiarı olan alet yapımının, bir diğer ayırıcı özelliğimiz olan inanç sistemimizle arasındaki ilişkiye ışık tutuyor. Lewis Wolpert’e göre, dini ritüellerden batıl inançlara, inanç sistemimizin evrimsel tarihi de alet yapımına dayanıyor.

Tarih boyunca izini sürebildiğimiz birçok uygarlığın, dini veya spritüal ritüelleri var. Meleklere ve şeytanlara inanmaktan, tahtalara vurmaya, uzaylılar tarafından kaçırıldığını iddia etmekten, bel ağrısından yan komşunun kem gözlerini sorumlu tutmaya ve hatta kazanma şansımızın çok az olduğu bir piyangoda içimize bir his doğmasına kadar, mantıklı bir zemine tam da oturtamadığımız birçok inanışımız var. Fakat inanç sistemi, sadece açıklanamayan olaylarda devreye giren bir mekanizma değil. Günlük hayatta, arabamızın neden bozulduğuna dair veya aynı yan komşumuzun bugün suratının neden asık olduğu konusunda fikirlerimiz, inanışlarımız var. İnanç, çevremizdeki olayları bir neden-sonuç ilişkisine oturtmaktan ibaret aslında. En temel haliyle bu mekanizma, yani olaylar arasında bağlantı kurabilme yeteneği, ilk insanların hayatta kalmasında ve çevresini kontrol ederek hâkimiyet kurmasında kritik rol oynadı- buna alet yapımı da dâhil. Wolpert’e göre, insanlığın objeler ve güçler arasındaki ilişkileri çözmeye eğilimi, yani inanç sistemi, alet yapımının evrimleşmesinde de rol oynadı.

Elbette, Wolpert özellikle embriyonik dönemdeki el/ayak gelişimine yoğunlaşan bir biyolog olduğu için, inanç sistemini el becerilerimizin evrimleşmesine bağlaması birçok akademisyenin olayları kendi konuları çerçevesinden yorumlamasını andırıyor olabilir. Ne var ki, alet yapımıyla bağlantısını kabul etsek de etmesek de, bu kitabın sağlam temellere oturttuğu birkaç önemli nokta var. Birincisi, ‘inanç’ gibi soyut kabul edilebilecek bir kavramı, davranışsal mekanizmalara, yani insanların neden-sonuç ilişkisi kurma eğilimine oturtabiliyor. İkincisi, yine inancı biyolojik bir mekanizma olarak ele aldığı için, her fizyolojik sürecin sorgulanmasına başlanan ilk yere, yani o sürecin bozuk işlediği patolojik vakalara dikkat çekiyor. Şizofreni ve konfabulasyon, inancın patolojik olduğu medikal teşhislerden birkaçı. Ve bu vakalardan öğrendiklerimiz, inanç hakkındaki bazı sorularımızı cevaplayabilir ve yeni sorular doğurabilir.

Bir bakıma, olaylar arasında neden-sonuç ilişkisi kurarak çevremize dair bilgi toplayan ve böylece yaşam alanına uyumu ve kontrolü eline alabilen, bunu yaparken de algılarımızın birbiriyle tutarlı olmasını sağlamaya çalışan canlılarız. Açıklama bulamadığımız olaylara dair hikâyeler tasarlamamız, doğamızın temel bir parçası. Tırmandığımız ağaç dalının sallanmasının sebebinin, ağacın dallarını sallayan saldırgan bir bozayı olabileceği çıkarımını yapabildiğimiz için ve bunu birçok farklı duruma, çevremize dair doğru bilgileri toplayarak yapabildiğimiz için bugün hala hayattayız. Ve yine bundan ötürü, deprem olduğunda sinirli bir bozayı tanrının ortalığı birbirine katıyor olduğunu düşünebiliriz.

İşte bu noktada, bilimsel düşüncenin inanç sistemimizin neresinde durduğu önem kazanıyor. Sağladığı evrimsel avantajlardan dolayı, inançlarımız hızla üretilmiş ve kalıcı olma eğilimi gösteriyor- olayları hızlı bir şekilde algılayabilmelisiniz ve bunu unutmamalısınız. Artık ormanda yaşamadığımıza göre, bunun sosyal yaşamımızdaki etkilerine bakalım. Sinsi olduğu izlenimine vardığınız bir kişinin, erdemli ve sütten çıkmış ak bir kaşık olduğu konusunda fikir değiştirmeniz, çoğu zaman pek hızlı olmaz. Bununla birlikte, aklımıza daha yatkın gelen birçok çıkarım, bilimsel gerçeklerden uzak olur: bir kilo demirin bir kilo kâğıttan daha hızlı yere düşeceğini zannetmek veya dünyanın yuvarlak olduğunu tahayyül edememek gibi. Hâlbuki bilimsel düşünce, insana çevresine dair birçok veri sağlar ve neden-sonuç ilişkisine dair yepyeni bir iç görü kazandırır. Wolpert bu noktada, bilimi diğer inanç sistemlerinden ayrı tutuyor. Bilimi, mantık ve kanıtın hâkimiyetinde olan, bu nedenle de dünyanın nasıl işlediğine dair temel açıklamaları yapabilen ve bunu çok daha mekanistik şekilde gerçekleştiren bir sistem olarak ele alıyor. Bence, bilimsel düşünce, eğilimimiz olan düşünce sistemlerine bu kadar da körü körüne ters değil. Bilimsel düşünce, zaten biyolojimizin bir parçası olan inanç mekanizmamızda, veri toplama aşamasında çok daha titiz olmak demek. Neden-sonuç ilişkisi kurarken, açık delikler bırakmamak demek. Yeni verilerle, doğadaki neden-sonuç ilişkisine bakışımızı sürekli güncellemek demek. Kısacası, evrimsel süreçte bize birçok avantaj sağlayan nedensellik ilkesini, teorik, deneysel veya gözlemsel metotlarla, biraz da cilalamak demek.

Bilimsel merak çok temel bir güdü ve doğanın neden böyle işlediğini öğrenmek çok tatmin edici bir şey. İşte bilimin çekirdeğinde yatan bu neden-sonuç sorgulaması, aslında inanç mekanizmamızın evrimleşmesinin de temelinde yatıyor. Bu kitap, yeni bir ‘alet yaparak insan olduk!’ kitabı değil. Tersine, Lewis Wolpert, kendi inançlarını da örnekleyerek inanç sistemimizi ve inancın insan hayatındaki yerini din, felsefe, sağlık ve özellikle kendi araştırma konuları olan gelişim biyolojisi ve evrim bakış açısından sorguluyor ve bunu akıcı bir anlatımla yapıyor.

Kendisi hala aktif bir şekilde bilim yapan Wolpert, birkaç sene önce bilimsel bir meselede fikir ayrılığına düştüğü laboratuvarımıza, neden kendi teorisinin doğru ve bizimkinin yanlış olduğuna dair uzun bir e-posta yollamıştı. O günden bu güne efsanevi bir e-posta olarak duvara astığımız bu tirat, ‘sizin hipoteziniz saçma sapan ve tek bir kelimesine dahi inanmıyorum’ diye başlıyordu (ve mektubun geri kalanının tonu gitgide sertleşiyordu). Türkçe bilmediği için bu yazıyı okumayacağına güvenerek yazıyorum, bilimsel fikir ayrılıklarını bu kadar körü körüne zıt inanç meselesi yapmak, bu kitabın yazarı Wolpert’e yakışmadı! Kim bilir belki de Wolpert’i bu konuda bu kadar kapsamlı düşünmeye ve farklı disiplinlerde irdelemeye iten şey, kişisel olarak yaşadığı inanç meselesidir. Kitaba daha en başında, aile hayatında inanç farklılıklarının kendisi için yarattığı sıkıntıları anlatarak başlıyor ve konuya sadece akademik değil, aynı zamanda oldukça kişisel bir giriş yapıyor. Bize kızmış olsa bile Lewis Wolpert’i seviyoruz ve bu kitabın inanç meselesinin evrimsel ve bilimsel boyutlarının irdelenmesinin hakkını verdiğini düşünüyoruz.

İnanılmaza İnanmak: İnanışların Evrimsel Kökenleri, Lewis Wolpert (Çev: Füsun Elioğlu), Gürer Yayınları

Gerçeğin Büyüsü (B. Duygu ÖZPOLAT)

Gerçek nedir? Peki ya herhangi bir şeyin varolduğunu nasıl biliyoruz? Çok satan popüler bilim kitaplarının tanıdık ismi Richard Dawkins İngiltere’de Eylül 2011’de yayımladığı “Magic of Reality” kitabıyla gerçeklik kavramını farklı yönlerden ele alıyor ve bilimin, doğada gözlemlediğimiz olayları nasıl bir yöntemle inceleyerek gerçeği açıkladığını anlatıyor. Kitap Türkiye’de Kuzey Yayınları’ndan 2012 yılının Ocak ayında “Gerçeğin Büyüsü” ismiyle çıktı ve yurtdışında olduğu gibi ülkemizde de oldukça ilgi gördü.

Gerçeğin Büyüsü toplam 12 bölümden oluşuyor. Çoğu bölüm, “gökkuşağı nasıl oluşur, evrende yalnız mıyız, depremler neden olur, neden bu kadar çok çeşit hayvan var, ilk insan kimdi, güneş nedir, kötü şeyler neden olur, mucize nedir” gibi temel ve önemli bir soru ile başlıyor. Dawkins önce her soruya ilişkin ilginç, tarihi ve mitolojik öyküler, batıl inanışlar veya şehir efsanelerini anlatarak konuya girip, daha sonra bölüm boyunca bu inanışları sorguluyor, nasıl ortaya çıkmış olabileceklerine, insanların ne gibi yanılgılara düşebildiklerine değiniyor ve başlangıçta sorduğu soruya bilimsel olarak nasıl cevap arayabileceğimizi gösteriyor. Yani dünyaya bilimsel ve şüpheci bir gözlükten bakmanın örneklerini veriyor, elimizden tutup bize adım adım, ilginç örnekler üzerinden yol yordam öğretiyor. Yazar, cevabını bildiğinizi sandığınız ya da belki de hiç bilmediğiniz bu soruları ustaca bir yalınlıkla cevaplıyor. Daha da önemlisi, Dawkins’in daha önce yayımladığı Gökkuşağını Çözmek kitabında izlediği felsefeye, Gerçeğin Büyüsü’nde de rastlıyoruz: gökkuşağı gibi etkileyici doğa olaylarını, masalsı ve mitolojik öyküleri bilimsel olarak açıklamak, onların şiirselliğini, büyüsünü bozmaz; aksine bilimin kendine has bir etkileyiciliği, bu olayların bilimsel temelini anlamanın insanı içine alan bir büyüsü vardır. Bu bakış açısı, kitabın en önemli noktalarından biri. Dawkins’in kendi ifadesiyle:

"[Bu kitapta] size bilimsel olarak algılanabilir gerçek dünyanın kendine has büyüsünü göstermek istiyorum. Gerçek olan ve nasıl çalıştığını anladığımız ilham verici güzelliklerden oluşan, benim şiirsel dediğim büyüyü... Gerçek dünyanın gerçek güzelliği ve büyüsünün yanında, doğaüstü büyüler ve sihirler ucuz ve basit kalır. Gerçeğin büyüsü ne doğaüstüdür ne de kandırmacadır, sadece muhteşemdir. Muhteşem ve gerçektir. Muhteşemdir, çünkü gerçektir."

Kitabın metni, Dawkins’in usta kaleminden nasibini alıyor almasına ama Gerçeğin Büyüsü’nü herhangi bir popüler bilim kitabından ayıran en önemli öğe, ilüstrasyonlarına da yetenekli sanatçı Dave McKean’in imza atmış olması. Zaten elinize alıp sayfalarını çevirmeye başladığınız anda farketmemeniz imkansız, kitap görsel bir şölen. Zira herhangi bir illüstrasyoncudan bahsetmiyoruz. Fantastik edebiyat sevenler Dave McKean’i, Yıldız Tozu, Amerikan Tanrıları gibi kitapların ünlü yazarı Neil Gaiman’la çalışmalarından hatırlayabilirler. Çizgiroman severler ise McKean’i, Gaiman’ın yazdığı kimi çizgiromanları (Violent Cases, Black Orchid, Signal to Noise gibi…) resimlendiren ve yine Gaiman’ın Türkiye’de Laika Yayınları’ndan çıkan ünlü serisi Sandman’in kapaklarının etkileyici (ve kimi zaman ürkünç) tasarımlarını yapan kişi olarak hatırlayacaklardır. McKean’in aynı zamanda hem uzun metrajlı film yönetmenliği, hem de Harry Potter serisinin kimi filmleri için sanat yönetmenliği çalışmaları var. Yetmiyormuş gibi, aralarında Dream Theater, Tori Amos, Alice Cooper’ın da bulunduğu pek çok ünlü müzisyenin ve grubun da albüm kapaklarının tasarımcısı. Dave McKean’in tarzına bir kere aşina olduğunuzda aslında bir işte onun parmağının olduğunu anlamakta zorlanmıyorsunuz. Kısacası bu kitap, iki büyük ustanın ortaklaşa çalışmasının harika bir ürünü.

Son olarak, Dawkins her ne kadar kitabı çocuklar ve genç yetişkinler için yazdığını söylese de, bu kitabın sadece belli bir yaş grubu ve hatta eğitim seviyesi için olmadığının altını özellikle çizmek istiyorum. Kendim bir akademisyen olarak kitabı çok keyif alarak okuyup, bilmediğim pek çok şeyi öğrendim. Dawkins’in bilim felsefesi, biyoloji ve evrim ile ilgili diğer kitaplarının dili ya da içeriği zaman zaman bilim okurluğuna “yeni başlayanlar” için ağır olabiliyor; kitapları genellikle belli bir bilim okurluğu seviyesi gerektiriyor. Eğer bilimsel konulara yeni ilgi duymaya başladıysanız Gerçeğin Büyüsü tam size göre. Fakat hali hazırda popüler bilim okuruysanız da, bu kitap size göre! Zira dilinin yalınlığı, keyifli üslubu ve verdiği ilginç bilgilerin muhteşem illüstrasyonlarla bir araya gelmesi sonucu kitap, her yaştan ve türden okur için pek çok şey vaad ediyor. Kitaplığınızda mutlaka bulundurmak isteyeceğiniz bir eser (sadece resimlerine bakmak için dahi olsa)…

Gerçeğin Büyüsü, Richard Dawkins ve Dave McKean, (Çev. İstem Fer) Kuzey Yayınları

Fiziğin Başlıca Konularını Onun En Parlak Öğretmeninden Dinleyin (Alp SİPAHİGİL)


Yirminci yüzyılın en önemli fizikçilerinden Richard Feynman 1961–1963 yılları arasında Kaliforniya Teknoloji Enstitüsü’nde dönemin alışılmış fiziğe giriş müfredatından oldukça farklı bir dizi ders verdi. Feynman’ın tasarladığı dersteki temel hedefi öğrencilerin ilgisini Einstein’ın görelilik kuramı ve kuantum mekaniği gibi fiziğin güncel ve heyecan verici konularına çekebilmekti. “Altı Kolay Parça” bu derslerden en kolay anlaşılır olanları genel okuyucuya başarıyla sunuyor.

Feynman’ın etkili bir öğretmen olarak ün kazanması, bu kitapta olduğu gibi, teknik ve matematiksel dili en az seviyede kullanarak fiziksel ilkeleri anlatabilme yeteneğindendir. Fiziksel kuramların ifade edildiği doğal dil matematiktir. Genel görelilik ve kuantum mekaniği gibi modern fizik kuramlarını nicel olarak kullanabilir hale gelmek birkaç senelik ileri matematik eğitimi gerektirir. Bu yüzdendir ki lise ve üniversitelerde modern fizik kuramlarına, eğer fizik eğitimi almıyorsanız, denk gelmemiş olmanız olası. Feynman’ın tasarladığı dersin temel hedefi bu açığı kapayıp, fizik alanında uzmanlaşmayan öğrencileri de modern fiziğin heyecan verici gelişmeleri ve temel kavramlarıyla tanıştırmaktı. Altı Kolay Parça fizikteki konuların sistematik bir özeti olmaktansa, fizikteki farklı konulara çok iyi bir rehber eşliğinde çıkılmış bir gezintiye benziyor. Bu altı ders atomların hareketleri ile açıklayabileceğimiz günlük olaylar, temel fiziğin konuları ve yöntemi, fiziğin diğer bilimlerle ilişkisi, enerjinin korunumu prensibi, kütleçekim kuramı ve kuantum mekaniği gibi çok geniş yelpazedeki konuları bilimsel laf kalabalığı yapmadan sade bir şekilde ele almayı başarıyor.

Feynman derslerine fizikçinin yaptığı eylemi çok hoş bir benzetmeyle açıklayarak başlıyor. Feynman’a göre bir fizikçi karmaşık bir satranç oyununu izleyerek onu anlamaya çalışan birine benzer. Fizikte “anlamak” ile kastettiğimiz, satranç taşlarının hangi kurallara uyarak hareket ettiğini çözmektir. Taşların görünürdeki karmaşık hareketlerin arkasındaki basit kuralları bulmaktır amaç, aynı gezegenlerin görünürdeki karmaşık hareketlerini Newton’un birkaç basit kural ile açıklayabildiği gibi. Bu benzetmeyi temel fizik ile diğer bilimler arasındaki ilişkiyi açıklamada da kullanabiliriz. Satrancın kurallarını bilmek iyi bir satranç oyuncusu olacağımız anlamına gelmez. Satranç oyunun kurallarını bilmek ile iyi bir satranç oyuncusu olmak arasındaki fark temel fizik yasaları üzerine çalışan biriyle karmaşık bir sistem üzerinde çalışan, örneğin bir biyolog, arasındaki farka benzer. Bu düşünce biçimi Feynman’ın fizik ile diğer bilimler arasındaki ilişkiye dair yaklaşımının ana fikrini oluşturur.

Bu dersler alıştığımız fizik derslerine pek benzemiyor. Feynman bir konuyu anlattıktan sonra hesap gerektiren benzer örnekler çözmektense anlattığı konuyu gündelik yaşamdaki deneyimlerimize bağlayarak soyut kuramlar ile gündelik bilgi arasında ilişki kurabilmemizi sağlıyor. Derslerin bir diğer özgün yanı da Feynman’ın anlattığı kuramların sınırlamalarına sık sık vurgu yapması. Derslerinde fiziksel kuramlar ile gerçeklik arasındaki ilişkiyi, elimizdeki fizik kuramları ile henüz açıklayamadığımız olayları da ele alıyor. Hatta öğrencilere kimi noktalarda “belki de bunun cevabını siz bulacaksınız” diye seslenerek onları birer pasif bilgi emici olmamaya ve öğrendiklerini sorgulamaya teşvik ediyor:

“Bildiğimiz her şey bir çeşit yaklaştırmadan başka bir şey değildir çünkü şimdilik bütün yasaları bilmediğimizi biliyoruz. Sonuçta, bunlar unutulmak veya daha doğrusu düzeltilmek üzere öğrenilmelidir.”

Bugün de fizikte durum pek değişmiş değil ve hala bütün yasaları bilmediğimizi biliyoruz. Hatta ne kadar az şey bildiğimizi bugün daha iyi biliyoruz diyebiliriz. Bugün geldiğimiz noktada evrendeki kütle-enerji dağılımının yaklaşık sadece yüzde beşini elimizdeki fizik kuramlarıyla açıklayabiliyoruz! Tahtadaki satranç taşlarının çoğunun hareketlerinin arkasındaki basit kuralları bulabilmiş değiliz. Evrenin işleyişi hakkında cevaplayamadığımız hala bu kadar fazla soru varken, fiziğe giriş derslerinde bunlardan bahsetmemek dürüst bir tavır olmamakla beraber bilimin nasıl ilerlediğini de iyi yansıtamaz. Fiziksel yasaların birer yaklaştırma olduğunu da bilim tarihinde birçok kez gördük. Örneğin artık Newton’un geliştirdiği klasik mekaniğin sadece ışık hızından (300.000 km/saat) çok daha yavaş hareket eden parçacıklar için geçerli bir yaklaştırma olduğunu biliyoruz. Bu yaklaşık yasaların ne zaman düzeltilmesi gerektiğini de Feynman şöyle özetliyor: “Bilimin ilkesi ve neredeyse tanımı şu şekilde verilebilir: Bütün bilgi deneyle kontrol edilir.” Feynman’ı yirminci yüzyılın en büyük fizikçilerinden biri yapan da kariyeri boyunca eldeki kuramları deney sonuçlarının ışığında birçok kez yeniden gözden geçirmiş olmasıdır. Elimizdeki kuramların birer yaklaştırma olduğu bilinciyle düşünmek bizi gerektiğinde yeni kuramlar üretmeye itecek en büyük güçlerden biri belki de.

Bu derslerin verilişinden yaklaşık elli sene geçmiş olmasına rağmen Altı Kolay Parça içerik ve sunuluş tarzı bakımından güncelliğini koruyor. Feynman gibi önemli bir fizikçinin evreni yorumlayış biçimini görmek ve kuantum mekaniği gibi modern fizik kuramları hakkında bilgi edinmek için Altı Kolay Parça genel okuyucu için eşsiz bir ilk kaynak.

Altı Kolay Parça, Richard P. Feynman
Evrim Yayınevi, 2002 (Çeviri: Tolga Birkandan, Celal Çapkın)
Alfa Yayıncılık, 2013 (Çeviri: Zekeriya Aydın)




Çek Ordan Bir Kuantum Üstü Az Bilim, Yanına Bol Laf Salatası (Kerem KAYNAR)

Shakespeare’in Caesar’ında Antonius şöyle seslenir Caesar’ın cenaze namazına gelenlere: “Dostlar, Romalılar, vatandaşlar, beni dinleyin: Ben Sezar'ı gömmeye geldim, övmeye değil.” Benim bu yazıdaki niyetimse Türkiye’deki popüler bilim yayıncılığını ne övmek ne de gömmek. Bu yazının amacı bir fotoğraf çekmek ve popüler bilim yayıncılığının durumunu ve bizim gibi ülkeler için önemini ortaya koymak.

Öncelikle Sezarın hakkını Sezara verelim, ülkemizdeki popüler bilim yayıncılığı geçmişe göre çok çok iyi seviyede. İzmir’deki ortaokul ve lise yıllarımda kitap alışverişi yaptığım yegâne kitapevi olan Ayrıntı Kitapevinde sadece TÜBİTAK Yayınevi’nin yayınladığı popüler bilim kitapları olurdu. Şanslıysak diğer yayınevlerinin de bir kaç tane çeviri popüler bilim kitabı olurdu ama bunlar TÜBİTAK kitaplığının yanında hiçbir şeydi. Üstelik TÜBİTAK kitapları o zaman da çok ucuzdu, öğrenci harçlığımızla hepsini alabiliyorduk hiç düşünmeden. Bu yazıyı yazarken kitaplığımı gözden geçirdiğimde eskilerden birçok popüler bilim kitabımın TÜBİTAK yayınlarından olduğunu gördüm. Şimdi birçok başka yayınevi popüler bilim kitabı yayınlıyor TÜBİTAK ile beraber. Burada Alfa, Pegasus, Bilim ve Gelecek, ODTÜ, Arkadaş ve Metis gibi yayınevlerini mutlaka dile getirmek gerek ülkemizdeki popüler bilim kitaplığına katkılarından dolayı.

Ancak popüler bilim kitabı yayınlayan yayınevinin artması gene de kitapların niceliği olarak hala yurtdışındaki yayınlara göre geride olmamızı engelleyemiyor. Yurtdışındaki kitapevlerinde bulabildiğimiz popüler bilim kitapları ile Türkiye’dekilerin arasında nicelik olarak çok büyük fark var. Bu ampirik çıkarımı desteklemek için internet üzerinden kitap satışı yapan yabancı ve yerli sitelerdeki bilim kitapları sayısına baktım. Amazon’un Amerikan sitesinde “Bilim&Matematik” kategorisinde bu ay itibari ile 1,5 milyona yakın listeleme vardı. Her ne kadar bunların bazıları ders kitabı ve benzeri kitaplar olsa da rakamın ne kadar büyük olduğu tartışılmaz. Amazon’un İngiltere sitesi bu konuda daha doğru bir kategorilendirme yapmış ve doğrudan “popüler bilim” adında bir kategori açmış. Bu kategorideki listeleme sayısı ise yaklaşık 555.000! Evet, bazı kitaplar farklı satıcılar tarafından listelenebiliyor, ama gene de rakamın çarpıcı olduğunu kabul etmek lazım. Peki, bizde durum nasıl? Açıkçası bizde de çarpıcı sonuçlar, ancak zıt yönde. Öncelikle Amazon’un Türkiye’deki ortağı olduğu oluşumu İdefix’in Popüler bilim kategorisindeki rakama bakalım: 701! Popüler bilim dışındaki diğer “bilim” ile ilişkilendirilmiş çeşitli başlıkları da dahil ettim ancak 3000’i geçemedim. Bir başka çevrimiçi site olan Kitapyurdu’nda daha iyimser rakamlarla karşılaştım, popüler bilim kategorisinde tam 1194 kitap listelenmiş! Diğer alt kategorilerden de ilave ettiğimizde gene rakam 3000ler civarında. Bir de hem internet satışı hem de kitapevi satışı olan D&R’ın sitesine bakalım: 2366 kitap. Haydi, bütün kitapçıların farklı kitap sattıklarını varsayalım ve hepsini toplayalım ama gene rakamımız toplamda 20-30 bin listelemeyi bulmayacaktır. Yurtdışı sitelerdeki listelemeyi de elimizden geldiğince budayalım; misal çift listelenenleri, anlattığı bilimsel teoriler artık yanlışlanmış veya eski olanları, kapağını sevmediklerimizi vb hep silelim ama gene elimizde 250-300bin civarında kitap kalacaktır. Alis Harikalar Diyarındaki Alis’i büyüten keki biz alsak, küçülteni onlara versek belki eşitleniriz.

Yabancı yayınlar ile Türk yayınlar arasındaki en önemli farklardan biri de çocuklara yönelik kitaplarda ortaya çıkıyor. Evet, son yıllarda bizde de çocuklara yönelik ve bilimi sevdirmek için yayınlamış kitaplar var ancak sayıları çok çok az. Azlığın yanında iki problem göze çarpıyor: 1. Çocuklara aktarılan kavramların açıklamalarında yanlışlıklar. Yeğenim için aldığım kitaplara her göz attığımda mutlaka 2-3 temel yanlış görüyorum, hem de çok basit kavramlarda. 2. Çocuklara yönelik kitaplarda cinsiyetçilik. Kızlara yönelik kitaplar ile erkeklere yönelik kitaplar arasında özellikle cinsiyetlerine yönelik farklar var. Misal, Mavi Bulut yayınlarının çocuklar için yayınladığı rehber kitaplardan erkeklerinki erkek çocuklarını maceraya, keşfetmeye çağırırken kızların ki onlara pareo bağlamaya davet ediyor.

Lanet olsun dostum, öndeki kuvantum parçacığını takip et!
Türkçe kitap sayısının az olması nedeni ile ülkemizdeki birçok bilim kitabı çeviri ve ülkemizde çeviri yayın kalitesizliğinden ne yazık ki onlar da nasiplerini almış durumdalar. İngilizcesini zevkle okuduğumuz kitaplar Türkçeye çevrildiklerinde ne yazık ki aynı tadı vermiyorlar. Bunun birden çok sebebi var: ülkemizdeki çeviri yayınlarda gitgide artan özensiz çeviriler, çevirmenlerin çevirdikleri bilim kitabındaki kavramlara hakim olmayışları ve en önemlisi yazarın dilini yorumlamadan Türkçeye birebir çevirmeleri. Son dediğimi biraz açmak istiyorum, özel bir yazar üzerinden: Ben Goldacre. Ben Goldacre’in ünlü “Bad Science” kitabı tahminimce türün meraklıları tarafından tüm zamanların en iyi ilk 20 kitabından biri olarak değerlendirilmiştir. Bu yüzden Türkçeye çevrildiğini ilk duyduğumda çok sevinmiştim, ülkemde de birçok insan bu müthiş kitabı okuyabilecekti. Kitabın isminin “Sağlıklı yaşam yalanları” olarak çevrilmesi kitabın içeriğini yansıtma konusunda çok başarılı iken çeviri ne yazık ki Ben Goldacre’ın kendine özgü tarzını yansıtmaktan çok uzak. Ben Goldacre gibi İngiliz sarkastik mizahının kalıplarını popüler bilim yazıları yazarken kullanan bir yazarı çevirmek sadece cümlelerini birebir çevirmek anlamına gelmiyor. Birebir çevirdiğinizde cümleler Amerikan dizisi çevirisi gibi duruyor: “lanet olsun dostum!”. Örnek: Chad Orzel’in köpeği üzerinden fizik kavramlarını açıkladığı son iki kitabı. Fakat çeviri konusunda hiçbir kitap kitaplığımdaki Barry Parker kitabı “Kuvantumu Anlamak”ın eline su dökemez bence. Ülkemizde Quantum’u kuvantum olarak çeviren iki kişi var gördüğüm: Parker’ın kitabının çevirmeni Sayın Elif Yıldız ve ülkemizde bilim merakının gelişmesi için ciddi çaba harcayan Sayın İsmet Berkan! Gerçi İsmet Bey 2013 yılı itibari ile quantuma kuvantum demeyi bırakmış durumda ama Elif Hanım hala kuvantum diyor mu bilmiyoruz.

Çeviri konusunda tek sorun nitelik değil elbet, çeviri eserlerin niceliği de sorun. Yukarıda verdiğim örnekte görüldüğü üzere ülkemizde basılan kitap sayısı ile yurtdışında basılan kitap sayısı arasında ciddi bir orantısızlık var. Her ne kadar eskiye göre kitaplar yayınevleri tarafından dilimize daha hızlı kazandırılsa da hala birçok iyi kitap Türkçeye çevrilmedi ve çevrilecek gibi de gözükmüyorlar. Mesela İngiliz fizikçi Brian Cox’un, ki kendisinin “Why does e=mc2” adlı kitabı her fizik meraklısı tarafından mutlaka okunması gereken kitaplardandır, bir çok kitabından mahrum kalıyor Türk okuru eğer İngilizce bilmiyorsa. Popüler bilim kitaplarına olan talebin artması ile bu durumun düzeleceğini umuyorum. O zamana kadar doldurulacak büyük bir boşluk var, Türk yazarlar tarafından.

Yerli malı yurdun malı herkes onları okumalı
Ülkemizde son 10 senedir Türkçe popüler bilim kitaplarının sayısında da gözle görülür bir artış var. Özellikle ODTÜ, Bilim ve Gelecek, TÜBİTAK ile Arkadaş yayınları ciddi bir katkı sağlıyor bu konuda. Bilim ve Gelecek serisinin 50 soruda serisini bu konuda takdire şayan buluyorum, bir çok bilim meraklısının kaynak kitap olarak alıp kitaplığına koyması gereken kitaplar bunlar. Bu seriden özellikle Alaeddin Şenel’in “50 Soruda Bilim ve Bilimsel Yöntem” kitabını kesinlikle okunması gereken bir kitaptır. Sadece pozitif bilimleri değil, sosyal bilimleri de kapsamakta, yani bilimin her alanı ile ilgilenen insanlara hitap etmekte.

Türk yazarların kitapları henüz yabancı yazarların kitapları kadar çeşitlenmiş değil ancak en az onlar kadar ilgi çekici olanları mevcut. Özellikle Çağlar Tuncay’ın “Fiziğin F’si” ile Naci Balkan ve Ayşe Erol’un beraber yazdıkları “Çevremizdeki Fizik” kitaplarını özellikle belirtmek istiyorum, özellikle ortaokul-lise öğrencilerine fiziği sevdirmek için öğretmenler tarafından kullanılabilecek kitaplar bunlar.

Ancak bu güzel kitapların yanında yerli “popüler bilim” kitaplarının içinde zehirli sarmaşık gibi büyüyen bir tür daha var: “bilimselmiş gibi” veya “sözde bilim” kitapları…

Bilimselmiş gibi yayınla panpa!
Sözde bilim tarihin hiçbir döneminde şu an olduğu kadar güçlü ve yaygın olmamıştır eminim. Bugün bir kitapçıya gidip “kuantum” ile ilgili bir kitap sorduğunuzda gerçek bir bilim kitabından çok daha fazla “kuantum şarlatanlıkları” üzerine kitap bulabilirsiniz. “Kuantum düşünce”, “Kuantum iyileşme”, “Kuantum benlik” ve “Kuantumla dinimi öğreniyorum” gibi konularda onlarca kitap bulabilirsiniz. İşin acı tarafı çoğu kitapçıda bu kitapların “Bilim” başlığı altında sergilenmesi . Ne yazık ki birçok insan da bu tür kitapları okuyarak kuantum mekaniği üzerine bilgilendiklerini ve bu sayede hastalıklarını iyileştirebileceklerini düşünüyorlar. “Gerçek kuantum mekaniği bu değil” elbet, ancak bir tane düzgün popüler bilim kitabı yazılana kadar ne yazık ki 5 tane “Kuantum mekaniği ile büyüyorum” kitabı yazılıyor ve basılıyor. Yazımın başında bahsettiğim “Kuantum moda” kavramı henüz iki haftalık bir kavram ama eminim bu yazı basıldığında kitapçılarda “kuantum ile giyiniyorum” başlıklı bir kitap bulabileceksiniz. Bulamazsanız bile çok üzülmeyin, doğa boşluk kabul etmez, üç vakte kadar mutlaka birisi yazacaktır.

Bu tür post-modern dönemin “felsefiymiş gibi” duran yayınlarına panzehir olacak iki kitabı burada mutlaka dile getirmek gerek. Birincisi Alan Sokal’ın “Şakanın ardından – Postmodernizmin bilimsel, felsefi ve kültürel eleştirisi” adlı kitabı. Alan Sokal’ın akademik dünyaya bomba gibi düşmüş olan şakasını (meraklıları için Açık Bilim dergisinde www.acikbilim.com detayları mevcut ) açıkladığı ve şakanın etrafında dönen tartışmaları topladığı kitap mutlaka okunmalı. Diğer bir kitap ise gene Alan Sokal’ın bu sefer yardımcı bir yazar ile (Jean Bricmont) yazdığı “Son moda saçmalar: Postmodern aydınların bilimi istismar etmesi” başlıklı kitabı.

Neden popüler bilim kitapları?
Ülkemiz gibi yıllardır orta gelişmiş/gelişmekte olan ülke sarmalındaki bir ülkenin çıkış yolunun katma değer yaratabildiği teknolojiler geliştirmek olduğunda birçok kişi hemfikir. Teknoloji geliştirmek içinse temel bilimlerden mezun insan sayısı artmalıdır, oysa ülkemiz koşullarındaki eğitim müfredatı ve bilimin toplumdaki genel algısı yüzünden öğrenciler temel bilimler alanında okumaktan kaçınmaktadır. Bu sarmalın kırılması ve ülkemizin pozitif bilimler alanında daha çok kişi yetiştirmesi şarttır!

Ancak okullarımızın soğuk müfredatı ile bilimi sevebilecek kaç çocuk tanıyorsunuz? Ya da lise, hatta üniversite mezunu olduğu halde bilimsel metodun ne olduğunu size çok kısa ve anlaşılır şekilde anlatabilecek kaç kişi tanıyorsunuz? Bugün birçok mühendisin bile temel pozitif bilimler konusunda ÖSS/ÖYS ezberinden öteye gidebildiğini düşünmüyorum ki bu çok acı verici bir şey.

Popüler bilim yayınlarının amacı budur işte: çocuklara bilim sevgisi aşılamak. Bilim insanlarının laboratuvara kapanmış çılgın tipler değil, yaşadığımız dünyayı ve evreni anlamaya, keşfetmeye ve hepimiz için daha iyi ve yaşanabilir hale getirmeye çalışan insanlar olduğunu anlatır bu kitaplar. Çevresindeki her şeyi bilimle açıklayabileceğini, soru sormanın güzelliğini, zevkini ve gerekliliğini ve en önemlisi öğrenmenin ne kadar güzel bir şey olduğunu anlatır popüler bilim kitapları. İşte bu yüzden ülkemizde popüler bilim kitaplarının sayısı ve çeşitliliğinin mutlaka ve mutlaka artması lazım. Hele ki çocuklara yönelik bilim kitaplarının sayısı üssel oranda artmalıdır ki çocuklarımız daha küçükken bilimin ne kadar zevkli bir şey olduğunu öğrensinler. Popüler bilim kitaplarının sayısı arttıkça hem ülkemizde daha çok çocuk bilim insanı olmak isteyecek, hem de bilimsel düşüncenin toplumdaki yaygınlığı gitgide artacaktır.