“Sinemanın En Yakınında Duran Sanat Şiirdir.” (Asuman Susam ile Söyleşi: Duygu KANKAYTSIN)

Duygu Kankaytsın: Toplumsal Bellek ve Belgesel Sinema’nın teşekkür kısmında ‘şair merakı’ndan söz etmişsin. Bu çalışmanın itici gücü olarak bunu imlemiş, belgesel sinemanın buna yakınlığı ve tanıklığını da eklemişsin. Kabul ki belgesel sinema hem gerçekle hem etikle hem de estetikle tarihe ilmek atmakta ve sözlü kültürü araçsallaştırmakta. Bu araçsallaştırma ise kendiliğinden hakikat ve oluş sorunu olmakta. Köktenciliğin ezberinin bozulduğu akışkan bu çağda Belgesel Sinema’nın şiirle kurduğu bağı İmgesel Sinema’ya hiç dokundurmadan kendi içinde biricikliğini konuşarak başlayalım isterim…

Sevgili Duygu, şiirle sinemayı yan yana getiren sorun için teşekkür ederim öncelikle. Bu soruna kavramların içinden ve onun bilgisiyle yanıt vermektense bendeki yolculuğa, oluş serüvenime karşılık gelen hallerinden söz etmek isterim şiir ve sinemanın. Evet hakikatle hayat arasında, anlam arayan insan için belgesellerin araç demeyelim de aracı olduğu, zaman zaman bilinç açıklığı için katalizörlük yaptığı bir gerçek. Bunun için aslında belgesellerle imgesel sinemayı ayrı tutmaya da gerek yok. Sinema sinemadır ve belgeseller de her şeyden önce sinemadır benim için. Ve evet, çalışmamın belgesel sinemada ve özellikle bellek konusunda yoğunlaşması bir rastlantı değildi. Hepimiz başka başka yollar yürüyoruz. Bu yolda kökensel, ilksel olanla kurduğumuz bağ ve ilişkiye göre, karşılaşmaların şiddetine göre hayatla ilişkileniyoruz. Bu bağ şiire gitmemi nasıl olanaklı kıldıysa sinemaya yönelmemi de o sağladı. Doğuştan sizde olanlarla oluş sürecinde yaşananların kesişiminden bir dünya algısı ve fikri oluşturursunuz. Bende oluşan ve her yeni karşılaşmayla da değişmeye açık olan o şey her ne ise şiire olduğu gibi sinemaya da yönelmemi sağladı. Sinema da şiir de eşikler sunuyor bana. Ara bölgeler, akış kanalları, değişim alanları… Dünyaya atılmak diye bir şey varsa dünyadan aşağıya düşmek de var, kenarlarına tutunmak dünyanın, ucundan sarkmak... İşte böyle büyük yalnızlıkların içinde bana ötekinin elini hissettiren bir şey sinema. Tıpkı şiir gibi. Yeryüzüyle ve şeylerle ilişkimi bütünüyle ve sürekli değiştiriyorlar ikisi de.



D.K. : Kitabı ‘temsiliyet okuması’ üzerinden okudum. Senin de kitap boyunca değindiğin gibi şimdiye tutunma hallerini düşündüm. Değişen söylemleri deşifre etmek adına belleğin önce şiirde sonra belgesel sinemadaki karşılığını ve anlamını alalım ilkin senden. Ki postmodernite içinden bakacak olduğumuzda toplumsal belleğin şimdinin halinde belgesel sinemaya niye ihtiyaç duyduğunu yahut belgesel sinemanın bu kültürü yeniden nasıl canlandırdığını düşünelim.

Sorunun yolundan saparak yanıt vereyim izninle buna. Sinema ile başlayalım. Sinema ne anlatırsa anlatsın kendisi ontolojik olarak zaten bir bellek mekanıdır. Ama aynı zamanda belleği üreten de önemli bir kitle kültürü aracıdır. Dolaysıyla kurma ve yıkma, tutma ve çözme, yapma ve aşındırma diyalektiği ve gerilimi içinden bakar hayata. Pek tabi şiir de bunu yapar. Her iki türün verimlerine baktığımızda öznenin kuruluşuna dair çağcıl ipuçlarını kolaylıkla yakalarsınız. Bu doğrudan ve yalnızca estetik algıyla ilişkili değildir. Değişen estetik algının nedensellikleri politiğin alanında, toplumsal hayatın ana ve kılcal damarlarında eş zamanlı bir dönüşüm içindedir. Dolayısıyla da eskiden enformatik ve didaktik bir araç olarak, değişmez ve tek olanın tekil sesiyle karşımıza çıkan bir araç olan belgeseller günümüzde bambaşka biçemlerle çıkmakta. Keza şiirde de öyle. Dolaylı, referanslarla kurulan söz yerini doğrudan muhatapların ifadelerine bırakmış görünüyor. Gerçek parçalı, akışkan, devinim halinde ve çoksesli arayışların tezahürü olarak var ve yanılmaz ve mutlak olan katı bir şey değil artık.  Dolayısıyla da evrenselci, tek sesli algı yerini çokluğa, çokkatmanlılığa, çok sesliliğe ve doğrudan temsile bırakmış durumda. Bunda şaşılacak bir şey yok aslında. Dünya değişiyor, dolayısıyla dünya fikrimizde öyle. Katı yapılar aşınıyor, yerinden ediliyor. Alışkın olmadığımız, yeni anlamlar ediniyoruz kendimize ve dünyaya dair bu da ister istemez gözün yeryüzüyle temaşasını da değiştiriyor. Bakma ve görme biçimlerinin değişmesi demek dünyaya dair her şeyin başkalaşması demek. Şimdi biz bir ara bölgede bunu fark edip değişimden korkmayanlar ve ondan yana olanlarla bunu reddedip katılığın içinde kalanların gerilimini yaşıyoruz çokça. Ama bekleme odasında sonsuza dek kalınmaz. İşte bu eşikte başka bir dünya fikrinin somut yansımaları kolaylıkla şiirde ve sinemada gözleniyor.

D.K. : Şair bir gözün, sinemaya, özelde belgesel sinemaya bakışını dâhil ederek soracak olursam, bellek mi çıkartacak bizi karanlığımızdan yahut Pierre Nora’nın değindiği gibi hafıza mekânları mı yeniden kuracak dünyayı? Peki belgesel sinemanın gelecekle inşasında öne çıkan birey midir acaba?

Tarih dışı bir algının içinde yaşamıyoruz hiçbirimiz. İnşa dediğimiz şey zaten tarihselliğin içinde hakikati anlamlandırma, ona biçim verme hali. Bu kurma meselesi aslında varlığımıza dair anlamlı bir hikaye oluşturmaktan başka bir şey değil. Kişisel tarihler, dünya tarihi hep böyle bir kurgu işlemiyle varlık buluyor. Bunun için bir sıfır noktası, bir geçmiş, bir mit gerek. Bir yönüyle görüldüğü gibi uydurulan bir şey bu. Kolektif bilinçdışı böyle oluşuyor. Geçmişle kurulan ilişki doğrudan doğruya bugünümüzü ve gelecek tahayyülümüzü belirliyor. Bellek bir kurtuluş aracı değil elbette, ama hatırlama kültürü inşa biçimlerimizi, şimdimizi ve geleceğimizi belirliyor. Belgesel sinema tarihin, muktedirin tek ve değişmez bakışını kıran bir araç olduğu için, bütün ötekilerin hikayesini gün ışığına çıkarttığı, tarihin muktedirden yana kurduğu mekanik ve aldatmacalı hikayesini deşifre etme olanağını insana verdiği için önemli. Bu tarihin sivilleşmesini getirdiği gibi, ötelenmiş, hor görülmüş, yok sayılmış olanların sesiyle dünyaya yeniden bakmak yeniden onu anlamlandırmak ve kurmak için bir olanak. Bu olanağın katalizörlüğünü yapıyor belgeseller.

D.K. : Badiou Başka Bir Estetik’te “Nitekim sinemayı bir tür genel mekânda diğer sanatlarla bağlarını kavramaksızın düşünmek mümkün değildir. Sinema çok özel bir anlamda yedinci sanattır. Diğer altı sanatla aynı düzlemde onlara eklenmez, onları ima eder, diğer sanatların artı-bir'idir. Onlar üzerinde, onlardan hareketle, onları kendi kendilerinden eksilten bir hareketle iş görür.” der. Araştırmacıların izini takip edip Belgesel Sinema’yı da bu minvalde değerlendirdiğimizde şiirin dili sözcükse, belgesel sinemanın dilini neyle okuyabiliriz? Belgesel Sinema’nın artı-bir’i İmgesel Sinema’nın artı-bir’i’yle nasıl bağdaşır yahut ayrışır?

Ne bağdaşır ne de ayrışır. Belgesel sinema, sinemanın bir türüdür, dolayısıyla da film gramerine dair her şey onda da aynıdır. Badiou’nun kast ettiği artı-bir değer sinemayı sinema yapan, metafizik gerilimdir kanımca. Sinema tüm sanat disiplinlerinden pay çıkarır; ama onları eklektik bir biçimde matematiğine katmaz. Onların eklektik bir toplamı değildir yani. Kendi varlık bilgisi, hepsini toplayan ama hepsini de aşan bir yerde varlık alanını oluşturur. Burada belgesel sinemanın farkı, gerçekle kurduğu ilişkiye dair hassasiyetler noktasındadır. Film oluşa dair değildir bu mesele, estetiğin değil etiğin tartışma alanına aittir. Yönetmenin kendisini nasıl bir dünya algısıyla nerede konumlandırdığıyla ilgili bir meseledir bu.

D.K. : Sevgili Asuman, belgesel sinema, insanlığın diline gelmeyen, gelemeyen kayıp sözcüğün peşinde sanki. Onu bulabilecek mi? Belgesel sinema şiir midir?


Bu ‘kayıp sözcüğün peşinde olma’ ifadesini sevdim. Tıpkı şiirde olduğu gibi değil mi? Hadi daha ileri gidelim kayıp sözcükten öte kayıp anlam, kayıp hakikat diyelim. Yine de buradan yola çıkarak ‘belgesel sinema şiirdir’ demek olsa olsa totoloji olur. Elbette değildir; ama bana göre sinemanın en yakınında duran sanat şiirdir. Çok somut olanı, gözümüzün önündeki hayatı anlatır; ama asıl derdi kör noktayı, kadraj dışını, varlığın ötesini, görünenin ardını anlatmaktır. Şiire en yakın olduğu yer sinemanın benim için burasıdır.
TOPLUMSAL BELLEK VE BELGESEL SİNEMA, Asuman Susam, Ayrıntı Yayınları, İstanbul, 2015.

Hayati Baki’nin Zihin Temrinleri (İsmail BİÇER)

“sizin için insan kardeşlerim”
                             orhan veli
Sinop’un bir köyünde, doğayla iç içe yaşayan şair Hayati Baki, son yapıtı “Şair ve Hakikat” ile selamlıyor bizleri. Hayati Baki’nin “Şair ve Hakikat”ten önceki yapıtları; “Sonrasız Dönüş Yalnızlığı” (Şiir, 1992), “Şiirin Kesik Damarları” (1. Kitap: İntihar Eden Şairler Kitabı; 2. Kitap: Öldürülen Şairler Kitabı; Araştırma-Antoloji, 1994), “Tanzimat Edebiyatında Roman ve İnsan” (İnceleme, 1994), “Usulca ve Yeğnik” (Şiir, 1996), “Bursa’da Zaman ve Edebiyat” (Editör, 1997), “Harfler Kitabı” (Şiir, 2004), “Şair ve Otorite-Şiir ve Yanılsama” (Eleştirel Deneme, Birinci Baskı1996, İkinci Baskı 2008), adlarını taşıyor.

Bu yapıtlar gösteriyor ki; ‘tembellik hakkı’nı savunan, ‘ölümün büyük bir haksızlık’ olduğuna inan, “keşke bir ağaç olsaydım” arzusu içinde olan, dünyanın içinde bulunduğu trajedi karşısında ‘kronik bir umutsuz’ olarak adlandırılan Hayati Baki, sadece şiire değil, şiir düşüncesine de ciddi katkılar sunan şairlerimizdendir.

Hayati Baki, “Şairin Zihin Temrinleri” alt başlığı ile adlandırdığı “Şair ve Hakikat”te, Türk ve dünya şiirinin önemli/iz bırakmış şairlerini çeşitli yönleriyle okur karşısına çıkarıyor. Bu şairler sırasıyla; Beşir Fuad, Ingeborg Bachmann, Ahmet Haşim, René Char, Tevfik Fikret, Johann Christian Friedrich Hölderlin, Orhan Veli Kanık, Sylvia Plath, Rainer Maria Rilke, Behçet Necatigil, Paul Celan, Oktay Rifat, Louis Aragon, Çolphan, Cesare Pavese, Melih Cevdet Anday, Bertolt Brecht, İbrahim Şinasi, Octavio Paz, Ceyhun Atuf Kansu, Nikolay Alekseyeviç Nekrasov, Cahit Sıtkı Tarancı.

Hayati Baki, şairleri anlatmaya öz yaşam öyküleri ile başlıyor, onları yazmaya iten şartları ve koşulları dile getiriyor, şiirleri (şiir anlayışları) üzerine derinlikli çözümlemelerde bulunuyor, şiirlerinden örnekler veriyor. Hayati Baki, bu şairlerin herkes tarafından bilinen öz yaşamlarına dair bilgilerin dışında, neredeyse hiç bilinmeyen (su yüzüne çıkmamış) yanlarını sunuyor okura… Tüm bu metinlerde, sadece kendi görüşlerini dile getirmiyor. Başka şair ve eleştirmenlerin de düşüncelerine yer veriyor. Orhan Veli’yi ve şiirlerindeki değişimi anlatırken, yer yer Sait Faik ve Asım Bezirci’nin devreye girdiğini görüyoruz. Orhan Veli demişken, Hayati Baki’nin “garip: tarifsiz bir keder içinde: sizin için insan kardeşlerim” başlığı altında, “9” bölümde ele aldığı Orhan Veli metninin “3” numaralı bölümüne yer verelim:

    “şiirlerinde, orhan veli kanık, çok değişik konuya yer verdi: eski biçimli ilk şiirlerinde umut, hayat, başlamak, aşk, sevgi, yalnızlık, hüzün, ölüm, çocukluk, yeis, hayâl, yolculuk ağırlıktadır; bu dönem ilk şiirleri: vezin, kafiye, ve şairanelik yönünden garib’e uymazlar. yeni biçimli ilk şiirlerinde ölçü, uyak ve şairanelikten uzaklaşır orhan veli: ağaç, asfalt, ufuk, insan, çalışmak, doğa, sıradan insanlar, şehir, kadınlar, savaş, nesneler girer şiirine. orhan veli kanık’ın ‘garip dönemi’, yeni şiirin önünü açtığı, yeni şiiri başlattığı dönemdir: çocukluk, aşk, yalnızlık, ayrılık, yaşama sevinci, doğa, kadınlar, sıradan şeyler, tuhaflıklar yer alır şiirlerinde. ‘vazgeçemediğim’de istanbul ve lirizm, yoğunluk kazanır. ‘destan gibi’, tanıklıklara yer verir: savaş, işçiler, kadınlar, çalışanlar, yoksullar vb sorunlar-konular, yolculuk eşliğinde doğayla birlikte izlenir hep: halk edebiyatı, halk türküleri girer şiirine. ‘yenisi’: yolculuk, yaşama sevinci, memleket meseleleri, çocukluk, aşklar, çalışanlar: anımsamalar eşliğindedir. ‘karşı’da: insanlar, çalışanlar, özgürlik, yaşama sevinci, deniz vardır. dergilerde kalan son şiirlerinde balıkçılar, yaşama sevinci, yaşama isteği yoğunluk kazanır.”      
Yukarıdaki anlatımdan da fark edileceği üzere; Hayati Baki, kitap boyunca -özel isimler de dâhil- küçük harfler kullanıyor. Yine tüm metinlerde anlaşılır/sade bir dil kendini rahatlıkla ele veriyor. Asla bir bilgelik sergilemiyor Hayati Baki. Ele aldığı şairlerle ilgili bilgi ve birikimlerini, samimi/alçak gönüllü bir paylaşıma dönüştürüyor. Metinlerde kullandığı başlıklar, adeta birbirleriyle yarışırcasına şiirsel, çarpıcı, ezber dışı… Bu başlıklardan birkaçını sıralayalım:
“rené char: öfke ve gizem: dingin kaya parçası”, “paul celan: karanlık gökler altında: çok az insan var”, “m. c. anday: güneşte: yağmurun altında: rahatı kaçan ağaç”.

Kitaba adını veren “Şair ve Hakikat” kavramlarına gelecek olursak; son derece isabetli, yapıtın içeriğini karşılayan bir durum. Hayati Baki, ele almış olduğu şairleri ve onların şiir anlayışlarına dair bir hakikatin peşinde olduğunu, hatta bir hakikati yerine getirmenin görev olduğunu kanıtlar nitelikte. ‘Hakikat’ demişken; Yazar Ali Rıza Gelirli’nin “Karşı Çıkabilmenin Sükûneti” adlı kitabında yer alan “Hakikat, İnanç ve Şiir” başlıklı yazısındaki ‘hakikat’ kavramına göz atalım. Çünkü buradaki söylem/tanımlama, Hayati Baki’nin neden böyle bir kitap adı tercih ettiğine de açıklık getirecektir.
“Hakikat, daima geliştirilebilecek yeni bilgilerle güçlendirilebilecek ama hep doğru kalacak bilgi demektir. O, düşünce ile nesne arasındaki uyumluluğu dile getirirken nesnel gerçeği de bilincimizden yansıtır. Heidegger, hakikatin özünün özgürlük olduğunu söyler. Zira özgür olmak, şeylerin oluşmasına olanak tanır. Hakiki olmak, benliğin merkezinin kendiliğindenliği içinde açmak, mesela, ağacın dallarının kendini istediği gibi sergilemesine izin vermektir.”

Şiiri çok yakından takip edenler, şiire dair entelektüel birikimlerinin çıtasını yükseltmek ve bu konudaki ezberlerini bozmak isteyenler; Hayati Baki’nin “Şair ve Hakikat”i kaçırılmayacak bir yapıt.

ŞAİR VE HAKİKAT
, Hayati Baki, Yazılı Kâğıt, 2015.


“Büyüye Dokunmak Gibi” (Hülya SOYŞEKERCİ)

Fırat Demir, 2012’deki ilk kitabı Yeni Cüret Çağı’ndan sonra, geçtiğimiz aylarda Öte Geçeler ile okurlarına yeniden merhaba dedi. İlk kitabında politik bir yaklaşım sergilediğini, dize ve imgelerinde özgürleşerek içindeki patlamayı aştığını belirten Fırat Demir, Öte Geçeler’de okuyanı daha farklı bir imge dünyasının içine çekiyor.

Öte Geçeler, Yeni Cüret Çağı’ndan farklı bir söylemle yazılan, mitolojik ve antropolojik imgelerin öne çıktığı; daha soyut ve içe dönük şiirlerden ve bu şiirlerin bütünselliğinden oluşan bir kitap. Öte Geçeler’in ilk sayfasından itibaren sürrealist bir resmin içine giriyor; oradaki dünyaya ait imgeler, figürler ve nesnelerin farklı görünüm ve oluşları içinde kayboluyoruz adeta. Genç şairin belirttiği gibi, “karanlık, keskin ve epik bir görsellik var” bu şiirlerde. Tekinsizlik ve bilinçaltı karanlıkları yer yer sıra dışı bir anlam atmosferi yaratıyor. Dizelerin arasında, soyut, tanımsız, büyüleyen bir yalnızlık dolaşıyor, tıpkı huzursuz bir ruhun seslenişleri gibi. Öyle bir yalnızlık ki bu; hem eskiye ait hem de şimdiyi etkileyebilme gücüne sahip. İnsanın en eski varoluşuna,  öncesiz ve sonrasız zamanlarına açılan bir derinlik bu kopkoyu yalnızlık.

Zamanın ve mekânın bir belirsizliğe doğru kayıp gittiğini, masal hüznünün hayatı kuşattığını duyumsadığımız dizeler, büyük, geniş bir nehrin sonsuz akışı içinde yol alıyor. Şiirlerde tüm zamanlar bir araya gelmiş; “yekpare geniş bir ânın parçalanmaz akışı” içinde, ezeli ve ebedi zamanlara gidip geliyoruz sözcüklerin incecik kanatlarında. “Ben, /Sana tüm varlıkların imgesini yansıtacak /Bir kumaş örüyorum” (s.9) diyor şair. Bedeviler şiirinde kuma yazılan dilekler, kumun gerçeğine gömülen düşler ve insanın değişmeyen yazgısı içimizi ürpertiyor. Kum falcısıdır insan; kendi kaderini kumda okuyamaz. Kum fırtınalarında savrulur hayatı: “Ayak izin ilk kumda kaybolacak, sen burada hatırlayamazsın/ Fırtına dinince başlayacak gerçek çile, yıldız zamanı gelecek/Fırtına dinince sonsuzluk dolacak tüm bu yalnızlığa/Yeryüzü ilk kez bu kadar uzaya benzeyecek, dayanamazsın/Abdülmajit; kaderini çölde aramaya kalkma, bulamazsın.”(s.14)
Ölülerle konuşuyor şair; yaşayanlar kadar ölülerle de yoldaş olmuş görünüyor. İnsanın o değişmez kaderine; ölüm gerçeğine sanatla başkaldıran, insanın varoluş sancılarını kendi yürek atışlarıyla uyumlandıran şair, yaşamın içinde ölümü, ölümün içinde zamanı ve zamansızlığı dillendiriyor: “Tek nefes yürüdüm/ Yol ölümümün yolu/Gönlüm yanı, hayalin yanı/Ateş yanı, geçtim” (s.15)
Bu kitabın içindeki şiirlerde bolca anlatı da var; “anlatmak”, esası olmuş her şeyin. Eski gezgin şairlerin, dengbejlerin anlattıklarının izleri, imgeleri ve gölgeleri düşmüş şiirlere. Uzun bir zaman parçasına yayılan, uzun ve büyük anlatıların çağrışımları… Her şiir bir hikâyeye sarmalanıyor; hikâyeler yaşantılardan, hayatın sayfalarından çoğalarak şiir yolcusuna yepyeni yollar açıyor.  Murathan Mungan’ın deyişiyle  “Uzak dediğin önce içinde birikir insanın, sonrası yalnızca yoldur.”  Fırat Demir, uzağı biriktirmiş içinde yıllarca; sonra o uzaklardaki köklerin, seslerin, şiirlerin, masalların, rüyaların ardına düşüp yola çıkmış. “Yolda olma”, “gidiyor olma” halleri içinden bakıyoruz onun gözleriyle her şeye. Kapalı, gizemli, puslu, sisli yolların ve büyülenen, mühürlenen zamanın içinde adım adım yol alıyorken şair; biz de aynı yolun bir “okuma yolcusu” oluyoruz sessizce… İç yolculukla dış yolculuk bir arada ve birlikte sürüyor; Galeano’nun deyişiyle “o yürüdükçe kelimeler de içinde yürüyor” adeta; ve yürüyen kelimelerden büyülü dizeler yaratma çabasına girişiyor Fırat Demir. Her şiir, bir hikâyeyi anlatıp iç mekânlarımızı genişletiyor.

Levi Strauss’dan büyünün işlevselliğini, dil ve anlamın antropoloji ile ilişkisini okuyup bu konuya hayli zihin yoran Fırat Demir, anlamın ötesine, derinde yatan gerçeklere ulaşmayı hedefliyor yazdığı dizelerde. Ona göre “Öte’lere geçmek”; anlamın ötesine,  en derinlere ulaşmak demek bir bakıma. Bir animizm deneyimi gibi, anlatılanlar. Nesnelerin ruhunun oluşu; nesnenin insana bakması, bir can taşıması… İnsanın tüm varlıklar ve nesnelerle “bir bütün olma” algısı ve yaşantısı… Asıl hakikatin; özneyle nesnenin “bir bütün olduğunun” sezgisel bilgisi.

Bunca büyü, efsun ve gizem anlatımlarına karşın, şairin, Walter Benjamin ve Aldous Huxley tarzı materyalist bir mistisizm içinde kalması da dikkatimizden kaçmıyor.  Gerçeklerin; rüyalar, hayaller, yanılsamalar ve sanrılarla iç içe geçtiği ve birbirine dönüştüğü bu şiirler, şairin de amaçladığı gibi, antropoloji içinden bir kültür okumasına açılıyor. Biçim işçiliğinin anlam işçiliğiyle yoldaş olduğu dizeler, insanın ve toplumun iç hakikatlerine ulaşıyor. Kendi kişisel arkeolojisini oluştururken, bir toplumun, bir halkın kolektif bilinçaltına; karanlıkta kalan, en ışık geçmez toprağın içindeki köklere uzanıyor şair. Uzak bir güneydoğu coğrafyasından; yüksek dağlardan, sarp kayalardan, ıssız yollardan, uçsuz bucaksız kırlardan, toprak damlı evlerden, unutulmuş köylerden, insanların arasından, konuşarak ve susarak bir rüzgâr gibi geçen gezgin- şair, bu coğrafyanın özünde saklı kültürel kodları çözümlerken, hem kendi köklerine hem de halkın kolektif bilinçaltı ögelerine uzanıyor. İmgeler, antropolojik derinliklerden beslenerek gün yüzüne, ışığa doğru çıkıyor.

Öte Geçeler sevgisiz ve güzelliksiz kalmayan bir metin; ama ölümün gizemi ve hüznü ağır basıyor her an. Ölüm; aşka ve güzelliği yenilgiye uğratıyor. Sonsuz bir çevrende yolculuk yapan bir gezgin- şairin, hakikati bulma çabası, bir ideal yolculuğu bu.

Öte Geçeler, aynı zamanda, ülkemiz genç şiirini yakından tanımak isteyenlere de fikir verebilecek nitelikte bir kitap.  Şiirsiz kalmamanız dileğiyle…

hsoysekerci@gmail.com

ÖTE GEÇELER, Fırat Demir,  160. Kilometre/ şiir dizisi, 2015